Orhan Yalçın Gültekin
Sonunda seyredebildim. Genellikle bu tür, üzerinde çokça konuşulan, saflaşılan filmleri sıcağı sıcağına seyretmem, soğumasını bekler, sonra sakin sakin, sindire sindire gider seyrederim. Bu sefer öyle olmadı. Oğlumun teklifini kabul ettim ve filmi seyretmeye gittik. Filmi, büyükçe bir salonda, çoğunluk mesaide bunalırken, salonu kapatmışız hissi veren az sayıda seyirciyle birlikte izledik.
Son söyleyeceğimi önceden söyleyeyim: Filmi sevmedim, beğenmedim. Aslında seyrettiğime ne sinema filmi denebilirdi ne de belgesel… Film diye üzerinde konuşulan powerpoint sunumundan hallice bir şeydi. Rahatsız edici olan ise başı ve sonu belli bir yaşamın başı sonu belirsiz bir biçimde sunulmasıydı. Yer yer kesiklikler vardı ve sanki üç-beş saatlik bir film sansüre uğramış da boşluklardan anlaşılamaz hale gelmiş duygusu uyandırıyordu.
Film, Atatürk’ü değil, Mustafa Kemal’i de değil ama Mustafa’yı, yani söz konusu kimlikler ya da adlar ardındaki insanı anlatma amacıyla hazırlanmış olduğu söylemiyle gösterime sunuldu ama filmde ne Atatürk ne Mustafa Kemal ne de Mustafa vardı. Yeni bir şeyler öğrenme fırsatı yakalayabileceğimi düşünerek gittiğim filmden tam bir düş kırıklığıyla ayrıldığımı söylemek zorundayım.
Bu kuş mu, deve mi olduğu belli olmayan sunum, Mustafa Kemal Atatürk’e dair yeni bir şeyler söylemediği gibi, onun değişik çevrelerdeki imajını törpüleyecek herhangi bir derinliğe, dahası yüzeyselliğe bile sahip değildi. Film, cilâlı imaj devrini örnekleyen tanıtım kampanyasıyla öne çıktı ama o kampanyayı canlı tutacak hiçbir malzemeye sahip değildi.
Başlı başına irdelenebilecek ve irdelendiğinde ürkütülen kurbağaya değecek hemen hemen her şey, geçerken fısıltıyla zikredilmiş olmanın silikliğine kurban gitmişti. Söylüyormuş gibi yapıp söylenemeyenler, savlanıyormuş gibi yapılıp da savlanamayanlarla dolu bu film, keçiboynuzu tadı bile vermedi bana.
Bir insanın kendini var edişinin değişik eşiklerini kâh üzerinden atlayarak kâh bir cümleye sıkıştırarak yoklaştıran ya da anlamsızlaştıran bu filmde ne 31 Mart Vakası vardı ne İttihat ve Terakki… İstiklâl Harbine yüzeysel olarak rastlanabilirken, Serbest Fırka’nın ortaya çıkışı ve Şeyh Sait İsyanı bir cümleyle ancak yer bulabiliyordu. Mustafa Kemal ve en yakın arkadaşlarının birbirlerinden kopması, karşı karşıya gelişleri, hatta düşmanlar olarak konumlanışlarının ne sebepleri irdelenmişti ne de bunlara ilişkin herhangi bir atıf bulunabiliyordu.
Araya sıkıştırılmış birkaç cümle ise Papa’nın Washington’u ziyareti ile bağlantılı fıkranın ötesine geçemiyordu. Fıkraya göre Papa, Washington’u ziyarete gider. Şehir turu yapılırken rehber bir binayı göstererek “Burası da Washington genelevi” der. Papa, safiyane sorar: “Washington’da genelev mi var?” Ertesi gün gazete manşetlerinde şu vardır: Papa, “Washington’da genelev var mı?” diye sordu.
Koşullarla bağıntısından koparılmış bir insan anlatmaya kalktığınızda o insan, anlatmak istediğiniz insan olmaktan haliyle çıkar. Mustafa, herhangi bir insanı anlatmayı bile becerememiş bir filmimsi olarak Can Dündar külliyatında yerini alacaktır.
Denilebilir ki varlıklarını Mustafa Kemal Atatürk üzerinden sürdüren düşman kardeşlerin hiçbiri bu filmden kendi savaşımlarında kullanabilecekleri olumlu ya da olumsuz herhangi bir şey çıkaramazlar, çıkaranlar da bunu ancak zorlama ya da eğip bükmelerle yapabilirler.
***
Filmi seyretmeden önce “Mustafa filmini seyretmeyin, çocuklarınıza ise zinhar seyrettirmeyin” mealinde başlıklarla dolaşıma sokulan bir metin, bu zorlama ya da eğip bükme çabalarının bir ürünü sayılabilir.
Filmi seyrettikten sonra metinde dile getirilen savlarla ilgili açık seçik bir şeyler söyleyebileceğimi düşünmüştüm. Bunları söylemeden durmak doğru olmayacaktır.
Madde madde ilerleyeceğim.
* Atatürk karga kovalamış.
oyg: Kovalamamış mı? Biz, kovaladı diye öğrenmiştik ilkokulda. Kovaladığının belirtilmesi niye filmi seyretmeme gerekçesi olsun? Filmi seyreden bütün çocukların kovalamak için karga arayacağı mı sanılıyor?
* Manastır’daki okulunda Atatürk’ü canlandıran şahıs efemine bir tipleme çiziyordu…
oyg: Filmdeki o bölümlerden efemine bir tipleme algısına varabilmek için uç derecede homofobik olmak gerektiği konusunda kesin bir yargı oluştu bende. Bu kadarına ne denir biliyorum ama söylememeyi yeğlerim.
* Atatürk’ün ilk dönemlerinin referansı Madam Corinne yazdığı mektuplar teşkil ediyor… O kadar ki cepheden bile o kadına yazdığı mektuptan bahsediliyor, söz de özel duygularını açığa vuruyorlar.
oyg: Atatürk’ün özel yaşamı olamaz mı? Birine aşık olursa, değerinden mi yitirir? Yoksa siz, Mustafa Kemal’in aşık olmadığını ya da bir kadına yakınlık duyamayacak kadar ruhanî birisi olduğunu mu düşünüyorsunuz? Rahipti de haberimiz mi olmadı?
* Atatürk karanlıkta uyuyamazdı, herhalde korkuyordu.
oyg: Atatürk, hiç bir şeyden korkmazdı; karanlıktan hiç korkmazdı… O, her türlü zaaftan azadeydi… Söylenmek istenen bu mudur?
* Atatürk annesinin ikinci evliliğinden rahatsızdı o yüzden ondan kaçtı…
oyg: Bu, niye rahatsız edici olsun? Atatürk’ün annesi 2. kez evlendi mi? Evlendi. Atatürk, bu durumdan rahatsız oldu mu? Muhtemelen oldu. Olduysa annesinden kaçmış, uzaklaşmış olamaz mı? Bu kadar insanî tepkilerin bile olumsuzlukmuş gibi belirtilmesi garip kaçmıyor mu?
* Atatürk’ün arkasında uzun boylu adamların olduğu fotoğraf gösterildikten sonra, bir Fransız gazetesinde ne kadar kısa olduğu vurgulanıyor…
oyg: Atatürk, 1.90 filandı da onu kısa boylu mu gösteriyorlar, denilmek isteniyor? 7 Kasım’da Sivas’taydım. Kongre binasını gezdim, fotoğraflara baktım. O fotoğraflara internetten de ulaşabilirsiniz. Öyle heyula bir adam değildi ki Mustafa Kemal… 1.64 idi boyu. 1.50 olsa ne yazar… Büyük işleri uzun boylu adamlar yapar diye bir algı mı var?
* Atatürk Kürtlere özerklik vermeyi taahhüt etmiş ve Kürtlerle aykırı düşmenin ne kadar tehlikeli olduğunu belirtmiş…
oyg: Siz hiç Atatürk okumadınız mı? Söylev ve Demeçler, TBMM Gizli-Açık Görüşme Tutanakları… Aloo, nerede yaşıyorsunuz siz? Atatürk’ü nereden öğrendiniz? (Bu arada Özdemir İnce bir açıklama yapmış bu konuda… Fevkalade ayıp etmiş, hemen her şeyi çarpıtmış. Ayrıca ele alıp değerlendireceğim.)
* Atatürk en yakınlarını ipe gönderecek kadar acımasız bir diktatördür diyor…
oyg: Oysa filmde tam tersi söyleniyor ki gerçek de budur. İzmir Suikastı Davasında İstiklâl Harbinin başından beri yanında bulunan paşalar da yargılandı ve ricacılar Mustafa Kemal’in müdahale etmesini sağladılar; paşalar ipten alındılar. Ama burada ilginç bir durum var. O da şudur: Mustafa Kemal Atatürk, hedefleri için yapması gereken ne varsa yapma kararlılığında olan bir insandı. Millî mücadelenin başından beri bir millî sır olarak sakladıklarını yeri geldikçe, koşulları uygun buldukça ya da koşullarını oluşturarak uygulamaya koydu ve buna engel olmaya çalışanlar kim olursa olsun karşısına aldı. Bunun diktatörlük ile ne ilgisi var?
* Atatürk ilk meclisi Kur’an, dua, hutbelerle açtığı halde, son bölümde dinsiz olduğu vurgulanıyor (ara yerlerde de beyinlere nakşedilmiş…)
oyg: Mustafa Kemal’in Büyük Millet Meclisi’ni Kur’an okutarak açtığına mı itiraz var (ki doğru öyle olmuştur, üstelik Cuma gününe denk gelmesine özen gösterilmiştir) yoksa sonradan tanrısız ya da bir tür panteist olup olmadığı mı? Öyle ya da böyle olması aşağılatıcı bir şey mi? Mustafa Kemal Atatürk’ün süreç içinde bir tür panteizme yönelip yönelmediğini tartışmak ister mi sözüm ona Atatürkçüler?
* Atatürk Pera’da İstanbul’da cafcaflı bir hayatın özlemi ile yanıp tutuşurken, parasızlığı nedeni ile haline ağlamış…
oyg: Filmde Pera’daki cafcaflı yaşamı sürdürme isteği ile parasızlık arasında doğrudan bir bağlantı kurulmamış. Öte yandan henüz 18 yaşındaki bir delikanlının o dönemin en önemli eğlence mekânlarından birindeki cafcaflı yaşama bir biçimde dahil olma isteğinde yadırganacak ya da ayıplanacak ne vardır, onu da anlamış değilim. Yoksa siz, Mustafa Kemal Atatürk’ü müjdelenmiş kişi olarak görüp o asla insanî zevklere yönelmemiştir mi demek istiyorsunuz?
* Atatürk sürekli ağlarmış…(bir çok olay anlatımında hep vurgulandı)
oyg: Atatürk’ün ağlamış olması onun insanî yönünü gösterir. Filmde sürekli ağlayan bir atatürk imgesine ben rastlamadım. Ağlama değil de gözlerinden iki damla yaş düşme ile ilgili bölüm dramatik bir sahneydi ve Mustafa Kemal’in geride bıraktıklarına karşı duygusal bağını gösteren çok önemli bir vurguydu. Doğduğu ve yetiştiği yeri bile geride bırakacak kadar bu topraklara bağlı kaç insan tanıyorsunuz?
* Atatürk (bir Fransız yazarın ağzından anlatılmış ) duygusal sorunları olan bir adamdı…
oyg: Duygusal sorunları olmak Mustafa Kemal için bile küçültücü bir durum mudur? Duygusal sorunları olmayan insan var mıdır?
* Atatürk son günlerini çevresinde hiç seveni kalmadığı halde geçirmiş…
oyg: En azından siyaseten yakın çevresi için bunu kabul edebilirim. Sizce Atatürk’ü yakın çevresinden kim seviyordu; kimin seviyor olmasını bekler ya da isterdiniz? Mustafa Kemal’in yalnızlığının zikredilişi yeni değildir. Şevket Süreyya’dan bu yana bu konu dile getirilir. Buna itiraz edişin anlamını çözebilmiş değilim. Ona en yakın olan kişi İsmet İnönü bile ölümünden sonra TL üzerindeki resmini kaldırıp yerine kendi resmini koydurmadı mı?
* Atatürk yine son (3-5 sene) dönemlerini işsiz güçsüz can sıkıntısında balolar davetler içki masalarında geçirmiş…
oyg: İşsiz güçsüz değildi kuşkusuz ama balolar, davetler, içki masaları da hem insanî hem yaşanmış olaylardı. Mustafa Kemal’in yaşamının son dönemlerinde ülke yönetimine bir pratik siyasetçi olarak değil de bir kültür dönüştürücüsü olarak daha yoğun katıldığı, siyasete müdahalesinin ancak kimi kararlaştırıcı durumlarda olduğu daha önceleri de yazılıp çizildi.
* Atatürk zevki sefayı seven adammış, ama yine de memleket kurtarmış…
oyg: Ya zevk ü sefayı seveceksin ya memleketi kurtaracaksın? Birini yapınca diğeri olmuyor mu?
* Son sahnelerde adeta ocak başında çalgıcıya kadeh kaldıran içki düşkünü bir adamın mizanseni yaratılmış…
oyg: Yapmayın kardeşim… Mustafa Kemal’in içkiye düşkünlüğü sır değildir. Bilinen bir şeydir. Kendisi de saklamazdı zaten. Ayrıca o dönem ocakbaşı diye bir şey de yoktu. Mustafa Kemal’in gayet modern sofrası olduğu yazılıp çizilen bir şeydir. O sofrada siyasete dair hemen her şey de konuşulurdu.
* Atatürk’ün vurdum duymazlığı nedeni ile Anadolu’da halk aç sefil kalmış, yolsuzluk hırsızlık almış yürümüş…
oyg: Anadolu’ya gitmeye gerek yok, iş bankası ile ayyuka çıkan aferizm salgınından kimsenin haberi yok mu? Bunun Atatürk’ün vurdumduymazlığı ile ise ilgisi yok. Mustafa Kemal’in halkla bağının kopuyor olduğunu fark ettiği her durumda olaya müdahale ettiği, yanlış bilgilendirilmelerden rahatsız olduğu da bir gerçek. Hemen her şey eksiksiz idiyse, halk da her şeyden memnunduysa, ortaya çıkan her muhalif partinin Mustafa Kemal’i bile telaşlandıracak denli ilgi görmesinin sebebi nedir sizce?
* Halk Atatürk’e sevgi yerine şikayetlerde bulunuyormuş.
oyg: Filmde sevgi-şikâyet karşıtlığına ben rastlamadım. Halkın şikâyette bulunduğu ise varittir. Kaldı ki halkın şikâyetlerini Mustafa Kemal Atatürk’e anlatabiliyor olması arzulanabilir bir şey değil midir? Sözüm ona Atatürkçüler, ne sanıyorlar? Her şey güllük gülistanlıktı; o dönemler bir asr-ı saadetti; Mustafa Kemal bir ortaya çıktı, herkes onu benimsedi, bir işaretiyle milyonlar harekete geçti, her şey kolaylıkla oluverdi mi? Oysa tam tersiydi. Mustafa Kemal, her adımda hem içte hem dışta çok ciddî savaşım verdi.
* Atatürk bir gazeteye sahte isimle ismet inönü hükümetine yönelik Hatay konusu için eleştiri yazısı yazmış…
oyg: Hatay ile ilgili olarak bütün resmî ünvanlarımı bırakır, çizmelerimi giyer, çete savaşı örgütlerim ve Hatay’ı alırım, dediği bilinmeyen bir şey değildir. Bunu zaten aleni söylemiştir, belgeselde de bulunmaktadır. Bir gazetede müstear adla yazdığı söylenen yazı da önemlidir. Hükümetin Hatay konusunu uzun sayılabilecek bir zamana yazarak münazaralarla çözme tavrı karşısında “15 gün içinde bu konuda bir şeyler yaptınız, yaptınız; yapamadıysanız o zaman mavzer arkadaş konuşacaktır” mealinde konuştuğu da bilinen bir şeydir. Bunun olmadığını görünce de Cumhurbaşkanlığı makamıyla hükümet arasında açık bir saflaşma görünümü vermemek ama hükümet üzerinde bir kamuoyu baskısı da oluşturabilmek için o yazıyı yazmış olması da kuvvetle muhtemeldir. Yoksa siz, Mustafa Kemal Atatürk ile İsmet İnönü arasındaki ilişkilerin sorunsuz bir biçimde yürüdüğünü mü sanıyordunuz?