Orhan Yalçın Gültekin
Beni tanıyanlar, Marksizmin klasiklerinin olduğu kadar Mustafa Kemal’in de iyi bir okuyucusu olmaya çalıştığımı bilirler. Türkiye tarihinin en önemli şahsiyetinin yalnızca ne yapıp ne ettiğiyle değil, ne söyleyip ne söylemediğiyle de yakından ilgili olmuşumdur hep.
Her tür okuma ve o okumalar temelinde yapılacak değerlendirme ve eleştirilerde, Marksizm okumalarımın hemen başında öğrendiğim bir edep kuralına bütün yaşamım boyunca sadık kalmaya çabaladım. Bu edep kuralı şudur:
“Herhangi bir düşünce sistemine kişi katılır veya katılmaz, bu seçiş tamamen ona ait ve onun özgürce yapacağı bir zihni işlemdir. Ancak ister kabul edelim ister etmeyelim bilimsel namusluluk içinde kalmak istiyorsak, düşünce sistemlerinin kanun ve tezlerini tahrif etmeden ortaya koymamız gerekir. ‘Bilimsel namusluluk’ için bu da yetmez; hangi dünya görüşü olursa olsun o düşüncenin ustalarının eserlerine yapılan tahriflere müdahale ederek subjektif olarak kabul etmesek bile, meseleyi objektif olarak ortaya koymamız ve yapılan tahrifatı düzeltmemiz gerekir.”
(Mahir Çayan, Revizyonizmin Keskin Kokusu 1-2)
Uğur Mumcu’nun yapmış olduğu tahrifatı da bu “bilimsel namusluluk” çerçevesinde ve Mustafa Kemal Atatürk bağlamında ele aldım ve takip etmeye çalıştım.
***
Doğrusunu söylemek gerekirse, Uğur Mumcu, 23 Nisan 1985 tarihli Gözlem köşesindeki yazısına iyi başlamıştı. Mumcu, hepsinin “Elhamdülillah Atatürkçü” olduğu devlet ricalinin törenlerdeki basmakalıplığını eleştiriyor ve “Siz hangi törende Atatürk’ün şu sözlerine yer verildiğini anımsarsınız? Tabii ki hiç…” dedikten sonra devlet ricali için “aykırı” gelebilecek kimi sözleri peş peşe aktarıyordu.
Birden, hiç de yabancısı olmadığım bir “Atatürk sözü”ndeki tahrifata takılı kaldım. Söz, daha önce de tahrif edilmişti ve tahrifat da açığa çıkarılmıştı. Uğur Mumcu’nun yaptığı tahrifat ise, o anda bile çok ilginç gelmişti. Zira söz konusu ifade, tahrif edilmemiş haliyle, Kültür Bakanlığı tarafından 1981 yılında -yani “En Atatürkçü” olma savlı 12 Eylül döneminde- basılan “Atatürk’ün T.B.M.M. Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları” adlı derlemede yer almıştı. 12 Eylülcülerin bile tahrif etmeye gerek duymadığı bir ifade, Uğur Mumcu için niye sorun oluşturuyordu ki?
O zaman her evde telefon yok. Bir yerlerden jeton bulup cadde üzerindeki PTT’nin telefon kabininden Cumhuriyet gazetesini arayıp Uğur Mumcu ile görüşmek istediğimi söyledim. Mumcu, yurtdışındaymış. Bunun üzerine genel yayın yönetmeniyle -hafızam beni yanıltmıyorsa, Okay Gönensin- görüşmek istediğimi söyledim. Konunun ne olduğunu sordular; anlattım… “Okay Bey”in meşgul olduğunu söylediler. Muhtemelen konu, “Okay Bey”e ulaştırılmamıştı bile…
Bunun üzerine bir mektup yazıp hem Uğur Mumcu hem Okay Gönensin’e gönderdim. Herhangi bir dönüş olmadığını söylememe gerek var mı?
Aradan bir süre geçti. Yazıyı bu kez, Mayıs 1988’de, o dönem hemen herkesin bir şeyler yazıp gönderdiği “2000’e Doğru” dergisine gönderdim.
Yazı, “biraz” kırpılmış olarak 2000’e Doğru dergisinin 22 Mayıs 1988 tarihli 2. yıl / 22. sayısında editorlarin uygun bulduğu “Atatürk tahrif ediliyor” başlığıyla yer aldı.
Metnin aslını şu an bulamadığımdan yayınlayamıyorum. Aşağıda yazının 2000’e Doğru dergisinde yayınlanan kırpılmış hali var. Kırpılan bölümde sözüm ona Atatürkçülerden daha fazla Atatürk’ü bilen eski tüfek sosyalistlerin niye bu tahrifata müdahale etmediklerini soruyordum.
Atatürk tahrif ediliyor
Atatürk, 14 Ağustos 1920 tarihli bir konuşmasında şöyle diyordu:
“Fakat esas itibariyle tetkik olunursa bizim nokta-i nazarlarımız –ki halkçılıktır- (…) idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir prensiptir. elbette böyle bir prensip bolşevik prensipleriyle tearuz etmez.”
Bu sözlerin Atatürkçü geçinen kimi şöhretlerde yarattığı hazımsızlığın ilk örneğini Behçet Kemal Çağlar vermiştir. “Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri”nde (1968) Çağlar, “Elbette böyle…” diye başlayan cümleyi bu günkü dile şöyle aktarmıştı: “Böyle bir ilke, Bolşeviklerinkiyle ilk bakışta zıtlaşmayabilir.”
Ne ki Fethi Naci, “Atatürk’ün Temel Görüşleri” adlı kitabında bu saptırmayı açığa çıkardı. Ama doğrusu, bizim kuşak bu saptırma olayını Attila İlhan aracılığıyla öğrendi.
Tarih 23 Nisan 1985. “Gözlem” köşesinde Uğur Mumcu soruyor: “Siz hangi törende Atatürk’ün şu sözlerine yer verildiğini anımsarsınız? tabii ki hiç…” ve ardından Atatürk’ten bir alıntı: “Elbette böyle bir prensip, en koyu sosyalist prensiplerle çatışmaz.”
Sayın Mumcu, Bolşevizmi en koyu sosyalizm olarak görebilir. ama bu gözlem ona bu tür bir düzeltme hakkı verir mi?
(2000’e Doğru, 22 Mayıs 1988, Yıl:2/Sayı:22)
Aslında metin uzun sayılabilecek bir metindir. Bu uzunca metin, kendini Kemalist ve/veya Atatürkçü olarak tanımlayan bir çok kişi ve çevrenin görmek istemeyeceği ifade ve siyasal-dinsel konumlanmalarla doludur. Metin, Mustafa Kemal’in o tarihlerdeki gerçek zihni şekillenmesini mi yansıtıyordu, yoksa Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün bir topluma uygulatmak mecburiyetinde idim” sözünü haklı çıkaracak biçimde siyaseten mi söylenmişti, bu ayrı bir tartışma ve/veya değerlendirme konusudur. Bu uzunca metni aşağıda bulabilir ve Kemalist ve/veya Atatürkçülerin bu metnin altına imzalarını atıp atamayacaklarını sorabilirsiniz.
“Bizim noktai nazarımız, bizim prensiplerimiz cümlece malûmdur ki, Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık. Bizim itikadımıza göre; milletimizin temini hayat ve tealisi kendi kabiliyeti hasmiyesile mütenasip olan nokta-i nazarlardır. Fakat esas itibarile tetkik olunursa bizim noktai nazarlarımız –ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir prensiptir. Elbette böyle bir prensip Bolşevik prensiplerile tearuz etmez. Vakıa bize milliyetperver derler. Fakat biz öyle milliyetperveranız ki, bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir ve bahusus biz İslâm olduğumuz için, İslâmiyet nokta-i nazarından bizim ümmetçiliğimiz vardır ki, milliyetperverliğin çizmiş olduğu daire-i mahdudeyi namütenahi bir sahaya nakleder ve bu itibarla da bu nokta nazarından bizim istikametimizde Bolşevik istikameti görülebilir. Bahusus Bolşevizm millet içinde mağdur olan bir sınıf halkı nazarı mütaleaya alır. Bizim milletimiz ise heyeti umumiyesile beşeriyeti tahlise müteşebbis olan kuvvetler tarafından himayeye şayestedir.”
(“Atatürk’ün T.B.M.M. Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları”, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1981, S.261-262)