Orhan Yalçın Gültekin
Ayşe Çetintaş
Eyüp Halit Türkyazıcı

Osmanlı can çekişir ve ölüme direnirken

Üç kıtaya yayılmış bir imparatorluk hızla Batılı devletlerin yarı-sömürgesi oluyor ve bir kısmının bütünlüğü koruyarak egemenliğini kurma, diğerlerinin bölüp parçalayıp yönetme siyasalarının gelgitinde debelenip varolmaya çalışıyordu.

Bu karmaşık ilişkiler yumağı içinde Sadrazam Mustafa Reşit Paşa, 3 Kasım 1839’da Gülhane Parkı’nda Tanzimat Fermanını okuyor, kimine göre Batı’ya bütüncül teslimiyetin, kimine göre de modenleşme temelinde bir yapılanmanın kapısını aralıyordu.

Rus Çarı Nikola’nin 9 Ocak 1853’te İngiliz elçisiyle yaptığı bir görüşmede kullandığı “hasta adam” ifadesi, hemen her alanda kurumları bozulmuş, yönsüzleşmiş Osmanlı Devletinin üzerine yapışırken hem devlet hem de sivil toplum, “hasta adam” etiketini yırtacak arayışların peşinde koşuyor; hemen her alanda kurtuluş tasarımları ortaya atıyordu.

Kırım Savaşı’nın ardından imzalanan Paris Antlaşmasına uygun olarak 18 Şubat 1856’da Islahat Fermanı ilân ediliyor ve Osmanlı topraklarında Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklar her alanda kaldırılıyordu.

Açılan kapıdan eğitim de nasibini alıyor, önce yabancıların açtığı okullara pıtrak gibi Osmanlı Gayrımüslim okulları eşlik ediyordu.

Osmanlı aydınlarının devletle bir barışık bir kavgalı uğraşıyla yeni öğretim kurumları ortaya çıkartırken yabancı ve gayrimüslim okullarına karşı rekabet de gelişiyordu.

Osmanlı toplumu direniyor ve kurtuluş yolları arıyordu.

***

Eğitim ve öğretim, bu direniş ve yol arayışlarının en önemli alanlarından biri olarak hemen ortaya çıkıyordu.
Osmanlı aydınları, başka bir dizi konuda olduğu gibi bu konuda da üç kola ayrılıyordu.

Gelenekçiler, oldum olası Osmanlı eğitim sisteminde var olan medrese çevresinde yerleşikti. Yalnızca dinsel bilimler, öte dünyaya ilişkin bilimlerle ilgilenmekteydiler. Modern bilimlerden yoksun bu kesim, sorunu geleneksel sistemden kopuşta görüyor ve çareyi de geleneksel sistemin ihyasında buluyordu.

Batıcılar, çöküşten geleneksel sistemi sorumlu tutuyor ve her türlü belirtisiyle ondan kurtulmak ve Batı değerler sistemi temelinde Osmanlı toplumunun yeniden yapılanması gerektiğini savunuyorlardı.

Bir de Bireşimciler (Sentezciler) vardı. Bireşimciler, hem alabildiğine yerli ve millî kalabilmeyi, hem de Batı dünyasının yalnız bilim, teknik gibi maddi kültür unsurlarını değil yerli ve millî bünyeye aykırı düşmemek kaydıyla siyasi ve medeni kurum ve yöntemler gibi manevi kültür unsurlarını da alıp uygulayabilmeyi, varolabilme ve gelişmenin gereği olarak kabul ediyorlardı.

Yusuf Ziya adında bir adam

YusufZiyaBey-Paşa

Aksaray’ın Sofular Mahallesinde bir adam, ruznameci Yusuf Ziya Bey, her gün Daire-i Askeriye’deki görevine giderken Büyük Çarşı’nın açılmasını bekleyen birçok esnaf çırağı, kalfa ve benzerinin Çarşı kapılarında, sokak köşelerinde, şurada burada öbek öbek toplanarak boşuna vakit geçirdiklerini görüyor, üzülüyordu.

Komşusu Ahmet Muhtar Bey başta olmak üzere dönemin kimi aydınlarıyla evinde toplanıyor ve bu insanları hiç değilse Çarşı açılıncaya dek biraz okuma yazma, aritmetik ve geometri ve benzeri bilimlerden haberdar etmek için neler yapılabileceğini tartışıyordu.

Toplantılar sonunda karar verilir.

“Yalnızca bilginin yayılmasına hizmet etme hayırlı niyetiyle” yola çıkılacak ve “Zamanında zorunlu sebeplerden okuyup yazma ve dinsel zorunlulukları öğrenmeyi başaramamış olan her sınıftan Müslüman halka dinsel akaidi öğretmek ve mektup ve senet evrak ve benzerini okuyacak ve değerlendirecek düzeyde yeterli öğrenim vermek üzere şimdilik bir okul açmak” üzere bir cemiyet kurulacaktır.

Başta rûznameci Yusuf Ziya Bey olmak üzere Ahmed Muhtar Bey, Vidinli Tevfik Bey, Trabzonlu Ali Naki Efendi ve daha başka bazı yardımseverin girişimi 30 Mart 1864 Çarşamba günü sonuçlanır. Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslamiye (İslam Okutma Kurumu) kurulur.

Cemiyet ilk adımı atar. Kapalı Çarşı’daki esnaf çıraklarına boş vakitlerinde okuma, yazma ve sosyal bilgiler öğretmek amacıyla Beyazıt Simkeşhane’deki Valide Mektebi (Ümmet-ül Hatun Mektebi) onarılarak 1865 yılında öğretime açılır. Okul girişimi başarılı olur ve büyük ilgi uyandırır. Kısa zamanda Müslüman ve Hıristiyan çıraklarla Savunma Bakanlığı çalışanları başta olmak üzere ve diğer resmî görevlilerin ilgisi öylesine artar ki dershane öğrencilere yetmez hale gelir. Bunun üzerine Çakırağa Camii karşısındaki Ebubekir Paşa Mektebi de öğrenime açılır. Bu şube Cemiyet üyelerinden ve Maarif memurlarından Cevdet Efendi yönetiminde Dârüşşafaka’nın açılışına kadar devam eder.

Cemiyet’in gelişmesiyle birlikte daha büyük ölçekli bir okul düşüncesi de gelişmeye başlar. Sakızlı Esat Paşa’nın önerisiyle Pritanée Militaire de la Flèche adlı Fransız okulu örnek alınarak 1872’de Darüşşafaka kurulur. “Aciz yetimler ve Müslüman çocuklarının öğretim ve eğitimi için” parasız yatılı bir okul olarak kurulan Darüşşafaka, eğitim ve öğretime ancak 1873’te başlayabilecektir.

Darüşşafaka’nın artık bir efsane olan Tarihi Binası, kız öğrencilerin de barınıp eğitim-öğrenim göreceği biçimde tasarlanacak ama o günün koşullarında kız öğrencilerin kabulü mümkün olmayacaktı.

Devrin en önemli aydınlarının ücretsiz olarak öğretmenlik yaptığı bir öğretim kurumu olan Darüşşafaka, Osmanlı toplumunun gereksindiği nitelikli işgücünü karşılama görevini de üstlenir o dönemde.

***

Osmanlı durulmuyor, yönetsel düzen kendini üretmekte zorlanıyordu. 1876’da Abdülaziz tahttan indiriyor; V. Murat’ın üç aylık padişahlığının ardından kardeşi II. Abdülhamit başa geçiyordu. Meşrutiyeti kabul edeceği vaadiyle tahta çıkan II. Abdülhamit’le birlikte ilk anayasa olan Kanun-i Esasi 23 Aralık 1876’da yürürlüğe giriyordu.

Tanzimatla başlayan Kanun-i Esasi ile devam eden ‘özgürlük rüzgarları’ kısa soluklu oluyor, Abdülhamit, 1878’de Osmanlı-Rus savaşı koşullarında 30 yıl sürecek ‘istibdat dönemi’ni başlatıyordu.

***

Abdülhamit’in istibdat dönemine Darüşşafaka da direniyor ve eğitim öğretimini sürdürüyordu. Kurucularının değişik devlet görevleri sebebiyle “yuva”dan uzak kalması bu varolma savaşımını güçleştiriyor, toplantıların yasaklanması ve her türlü harekete iktidar tarafından şüpheyle bakılması Cemiyet’in Darüşşafaka ile gereğince ilgilenmesini engelliyordu. Mali olanaksızlıklar giderek artıyor ve Darüşşafaka okul müdürü Hüseyin Paşa’nn zorbalığa varan disiplin anlayışı öğrencileri rahatsız ediyordu. Padişah Abdülhamit, Müdürlerini şikâyet etmek için Babıali’ye yürüyen Darüşşafaka öğrencilerinin bu haklı eylemini kendisine karşı gerçekleşen bir ‘başkaldırı’ olarak algılıyor ve Cemiyet kapatılıp Darüşşafaka Maarif Nezareti’ne bağlanıyordu. Yıl 1903’tü.

Küllerinden diriliş

Her kışın ardından gelen bahardı.

1908’de bir dönem sona eriyor, Meşrutiyet ilan ediliyor ve yeni bir dönemin kapıları açılmaya başlanıyordu. Hürriyetin ilanından kısa bir süre sonra bir grup Darüşşafaka mezunu toplanıp Darüşşafaka Mezunin Cemiyeti’ni kuruyordu. 8 Ağustos 1908’de kurulan Darüşşafakalılar Derneği, kuruluş amacını, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye’yi yeniden kurmayı ve Darüşşafaka’yı Maarif Nezareti’nden alarak Cemiyet’in yönetimine bırakmak olarak belirliyordu. Hükümet 13 Mart 1909 tarihinde Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye’yi tanıyor ve 17 Temmuz 1909 tarihinde Darüşşafaka yeniden Cemiyet’in yönetimine veriliyordu.

Darüşşafakalılar Derneği, Cemiyet’in yeniden kuruluşunu sağlayarak tarihte bir ilke imza atıyor, Yusuf Ziya Bey ve arkadaşlarınca göle çalınan mayanın tuttuğunu kanıtlıyordu. Darüşşafaka’dan yetişenler, Darüşşafaka’nın yalnızca bir okul değil bir aile olduğunu silinmez bir biçimde tarihe kazıyordu.

Emaneti ehline teslim eden Darüşşafakalılar Derneği, kurucu atalarının izinde Çırak Mektebini yeniden açıyor ve Devlet, çıraklık eğitimini kendi üzerine alana kadar bu çalışmasını sürdürüyordu.

Darüşşafaka yaralarını sarar ve kendini yenilerken dünyada savaş rüzgârları esmey2e başlıyordu. Darüşşafaka savaşı aynı zamanda ünlü bir psikolog olan Sati Bey’in müdürlüğünde karşılıyordu. Avrupa görmüş ileri görüşlü kişilerden oluşan öğretim kadrosu, eğitim-öğretimin yanında sporu da ihmal etmiyordu. 1914 yılında atletizm, güreş, boks gibi sporların yanı sıra futbol takımını da bünyesinde barındıran Darüşşafaka Terbiye-i Bedeniyye Kulubü kuruluyor ve bu süreçte Darüşşafaka’nın siyah-yeşil renkleri Darüşşafaka ailesine maloluyordu.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda gelen yıkıma başkaldırışın somut ifadesi olan Ulusal Kurtuluş Savaşımızın kazanılmasında gizli kahramanlar arasında telgrafçıların özel bir yeri oluyordu. Mustafa Kemal Atatürk, 1927 yılında TBMM’de okuduğu “Nutuk”ta telgrafçılarımızın üstlendiği büyük görevleri belirtiyor ve büyük başarılarından dolayı kendilerine teşekkür ediyordu. Modern Posta İdaresinin kuruluş ve gelişmesinde Darüşşafaka’dan yetişenlerin azımsanamayacak payı olduğu herkesce biliniyordu.

Türkiye, kendisini bir cumhuriyet olarak yeniden örgütlüyor, yeni düşünceler büyük bir dalgayla bütün topluma yayılıyordu. Bu süreçte Darüşşafaka da yerini alıyor ve 26 Nisan 1935’te Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye’nin adı Türk Okutma Kurumu olarak değiştiriliyordu.

Darüşşafaka kuruluş misyonunu devam ettirmekte mali gücü yetersiz yetim erkek çocuklarına parasız yatılı eğitim-öğretim vermektedir. Darüşşafaka’nın Osmanlıda başlayan büyük serüveni Cumhuriyet Türkiyesi’nde de sürüyor, Türk Okutma Kurumu, Darüşşafaka aracılığıyla “yetim ve yoksul (Türk-İslam) çocuklarının öğretim ve eğitimi”ni sürdürüyordu.

Darüşşafaka adı altında eğitim-öğretime başlanılmasından 80 yıl sonra, 3 Ocak 1953’te Türk Okutma Kurumu adını Darüşşafaka Cemiyeti olarak değiştiriyordu.

Yol ayrımı

Darüşşafaka Cemiyeti, aynı zamanda Yapı ve Kredi Bankası genel müdürü olan Kâzım Taşkent yönetiminde bir yol ayrımına giriyordu. Tarihi bir yüzyıla yaklaşan ve bütün bu süre boyunca yoksul Müslüman çocuklarına üst düzey öğretim-eğitim vermiş Darüşşafaka, bir meslek okuluna dönüştürülmeye çalışılıyordu.
Fettah Aytaç ve arkadaşları ‘bu yüzyıllık kurum çırak okulu olarak kurulmamıştır’ sözleriyle bu öneriye şiddetle karşı çıkıyorlar; ilk genel kurulda kaybetmelerine karşın yılmıyor, pes etmiyor, çalışıp çabalıyorlardı. Onları birey yapan, yaşama kazandıran, aile bildikleri okullarını kurtarmak için girdikleri büyük savaştan 1955 genel kurulunda zaferle çıkıyorlardı.

Onca fırtınadan her zaman kendini yenileyerek çıkmış, Osmanlı aydınlanmasının öncü sivil örgütlenmesi Darüşşafaka, Cumhuriyet Türkiyesi’nin çağdaş eğitim anlayışını geliştirmede de bir öncü olarak kendini yeniden yapılandırmaya başlıyordu Fettah Aytaç ve arkadaşlarının yönetiminde.

Bu yeniden yapılanmanın ilk adımı fen derslerini de kapsayacak yoğunlukta bir İngilizce öğretimine başlamak oluyordu. Kolej eğitimi olarak adlandırılan bu yeni süreç, Şefkat Yuvasının çocuklarını, yalnızca ulusal değil uluslararası düzeyde de yarışabilecek donanıma sahip bireyler olarak yetiştirme anlamına geliyordu.

Yeniden yapılanma

Karar verilmişti ama bu büyük tasarıyı uygulayacak birisine gereksinim vardı. Bu kişi Nazıma Antel olacaktır. 1955-56 öğretim yılında İngilizce bölüm başkanı olarak okula gelen Antel, Darüşşafaka’nın kolej olma sürecindeki baş isimlerden biri olarak hafızalara kazınacaktır.

Fettah Aytaç yönetim kurulu üyelerinin elini okul yönetiminden çekmek istemektedir. Yönetim kurulu başkanı olan Aytaç aynı zamanda okul müdürlüğünü de üstlenmiştir. Ancak o bir eğitimci değildir ve ne var ki yuvasını ‘öylesine’ bir müdüre de bırakmak istemez. Kafasında elbette bir isim vardır. Bu isim de eğitimciliğine çok güvendiği Nazıma Antel’den başkası değildir. Ne var ki dönemin AP hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Fettah Aytaç’la aynı fikirde değildir. Nazıma Hanım’ın eşi Sadrettin Celal Antel’in Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın kurucularından olması AP iktidarını rahatsız edecek ve Milli Eğitim Bakanlığı görüşünü ‘erkek lisesine kadın müdür atamanın uygun olmadığı şeklinde’ dile getirecektir. Fettah Aytaç bu kararı geri çekmek için Ankara’ya kadar gidecek ve başarılı olacaktır. Nazıma Antel 1965 yılında Darüşşafaka Lisesi’nin müdürü olur. Aytaç ve Antel bundan sonra büyük yankılar uyandıracak değişikliklere birlikte imza atarlar.

Eğitimde fırsat eşitliğini benimseyen Darüşşafaka, okula sadece yetenekli yoksul yetimlerin değil, babalı yoksul çocukların da alınması uygulamasını bu dönemde başlatır. Ancak bu uygulama 1977 yılında kaldırılacaktır.

Bu dönemdeki en önemli olay kuşkusuz kız öğrencilerin de okula kabul edilmesi olacaktır. İşi yine kolay değildir Fettah Aytaç’ın. Bunun için de bir savaş vermek zorunda kalır ve yine kazanır savaşını. Bütün karşı çıkmalara rağmen Darüşşafakanın kapıları 1971 yılında kız öğrencilere açılır. Bu yüzyıllık gecikmiş bir randevunun gerçekleşmesinden başka bir şey değildir aslında.

Fettah Aytaç ve Nazıma Antel döneminde Darüşşafaka altın çağını yaşar. Öğrencilerin başarı oranı %98’lere varır ve Türkiye’deki ilk halk okulu olan Darüşşafaka, Türkiye’nin en saygın öğretim kurumları arasındaki yerini yeniden kazanır.

1974 yılı Darüşşafaka ve Darüşşafkalılar için önemli bir tarih olur. Milli Eğitim Bakanlığı okulu boykot eden öğrencilerin tasdiknamesinin verilmesini ister. Nazıma Antel kıyamaz çocuklarına ve bu isteği reddeder. Bu reddediş beraberinde Nazıma Antel’in çok sevdiği Şevkat Yuvası’ndan ayrılması anlamına gelir. Nazıma Antel’den kısa bir süre sonra Fettah Aytaç da görevinden ayrılır. Bir dönemin sonudur bu ayrılışlar. Darüşşafaka’yı Darüşşafaka yapan iki insan yitirilmiş ancak savundukları öğretim anlayışı kaybedilmemiştir. Onların mirası onların döneminde yetişmiş Darüşşafakalılarda yaşamaktadır.

1977 yılı bir başka dönüm noktasıdır Darüşş2afaka’da. Fettah Aytaç ve Nazıma Antel’in büyük değişimi ilk darbeyi yer: Babalı yoksul öğrencilerin Darüşşafaka’ya kabulüne son verilir.

Sonra ekmekler bozulur…

Öğretim düzeyi düşer, yuvanın evlatları birbirlerine yabancılaşmaya başlar.

Fettah Aytaç ve Nazıma Antel adları anılmamaya başlar yeniden yapılandırdıkları Yuva’da…

Tarihi Bina terkedilir 1993 yılında.

Fettah Aytaç ve arkadaşlarının gecelerini gündüzlere katarak ayakta tuttukları Cemiyet, eğitim-öğretim odaklı olmaktan çıkar adım adım; başka limanlara yelken açar.

Yıl 2005

Darüşşafaka, bir kez daha yol ayrımındadır.

Darüşşafakalılar, ısrarla eğitim-öğretim odaklı bir Darüşşafaka istemektedirler.

Ve her yerden aynı ses yükselmektedir:

Darüşşafaka’nın öyküsü bitmedi, devam ediyor, edecek!