Mustafa Lütfi Kıyıcı

Kim bu? Cihan Alptekin! Ben Laz değilim dese de Deniz’in ona taktığı isim bu. Yaygın görüştür ya, bütün Karadenizliler bize göre Lazdır!

Cihan’ı bizim ile tanıştıran bir başka Cihan, geçen yıllarda Rize sahil yoluna karşı çıkma mücadelesini sürdürürken ölen Av. Cihan Eren’di. Gerçi kendisi bir süre sonra bizden ayrı düşmüş ama Cihan Alptekin’i de bize kazandırmıştı.

Cihan aramıza katıldığı zaman da sosyalist düşünceye sahipti. Galiba Ali Faik Cihan (yanılıyor olabilirim) lise öğrenciliği sırasında onu etkileyen, sola kazandıran kişi idi. Ancak, onu DÖB’ün nüvesi ile tanıştıranın, kurucu listesine alanın ben olmam nedeni ile Cihan’ı hep “Seni ben kafakola aldım! Devrimci mücadeleye kazandırdım” diye kızdırırdım. Öfkesi baldan tatlı idi. Bu Maltepe Askeri Cezaevinden firar günlerine kadar gitti.

Filistin’den döndüğünde, FKF İstanbul Sekreteri ve Yönetim Kurulunu biz DÖB’lülerin oluşturacağı kesin kabul gören bir olgu idi. Cihan hiç tereddütsüz “Başkan ben olacağım!” dedi. Ve İsim değiştirerek Dev-Genç olan örgütün seçilmiş ilk İstanbul Bölge Sekreteri Cihan oldu. Kendisinden daha kıdemliler olduğu halde, kimse de itiraz etmedi.

Cihan’ın kendine güveni sonsuzdu. Kaldığı Kadırga Öğrenci Yurdundan merkez binaya, herhangi bir eylem öncesi gençleri toparlayıp getirirdi.

Şu lafı bilinirdi; ”On kişiye hükmedene onbaşı demişler! Pekii ben neyim?”

DÖB’lülerin ilk cezaevine girişi sonrası duruşma sırasında avukatlara tanık olarak dinletilmesini talep etmiş. Biz dönemin Başbakanı Demirel’i protesto etmeye hazırlanmıştık. Devlet Bakanı Seyfi Öztürk gelince ha ali ha veli diyerek devlet bakanını protesto etmiş ve Sultanahmet Cezaevine atılmıştık. Dosyayı yeterince bilmeyen avukatlardan birinin talebi ile Cihan tanık olarak dinlendi. “Hakim Bey bu bir başkaldırı olayıdır!” deyince de birden sanık olmuştu. Bu hiç unutulmadı. Cihan “Doğrucu Davut’tu”.

Deniz’in eski arkadaşı olmak başka şey, samimi arkadaşı olmak başka şeydir. Diyebilirim ki Cihan, Deniz’in en samimi arkadaşı idi. Öğrenci arkadaşların evlerinde toplanıp mavra yaptığımız çok olurdu. Zaman zaman Cihan’ın kafasını Deniz’in dizine dayayıp bu halde bile atışmaları ve şakaları hepimizi kırar geçirirdi.

Hiç de gerekçeleri sağlam olmayan nedenlerle, sağcı bir gencin iftiraları yüzünden ve benzeri şeylerden Deniz ile birlikte ceza yedi. Ben Ankara merkez cezaevinde idim. Cezaevinden çıktığımın ertesi günü, Bursa Cezaevine Hale ile ziyaretlerine gitmiştik. Cezaevi savcısı bir arkadaşımızın ağabeyi idi, bize kolaylık sağlamıştı ziyaret için.

Karnımız çok acıkmıştı. Cezaevinin karşısındaki köfteci dükkânında kendimize köfte ısmarlamayı düşünürken işyeri sahibi sanırım Cihan ve Deniz’e ziyarete geldiğimizi tahmin etmiş olacak ki “Onlara biz gönderiyoruz, merak etmeyin siz oturun karnınızı doyurun” demesi beni ve Hale’yi rahatlatmıştı.

Görüş yerinde buluştuk. Ne kadar çok anlatacaklarımız varmış birbirimize. Oysa içerdeki adamla dışarıdakinin düşünceleri ayrışabiliyor. Ayrılık tohumları filizlenmeye başlamış ben farkında değilim. Oysa bana, Ankara cezaevine yazdığı mektuplarda -Cihan nedense kocaman harflerle mektup yazardı- bunu fark etmemek mümkün değildi. Akşam mesaisi bitene kadar sohbet ettik.

Deniz de Cihan da, bizim 15-16 Haziran olaylarından sonra vardığımız; “Bu işin sahipleri ortaya çıkmıştır. Neticede biz öğrencileriz. İşçi Birliği, Marmara-Trakya İşçi Birliklerine ağırlık vermeliyiz.” şeklinde özetleyebileceğimiz çalışmalara uyum sağlayabilecek gibi değildi.

Ortalık gerillayı özendiren yayınlardan geçilmez hale gelmişti. Kitle çizgisi unutulmuş, birlikte gidilebilecek devrimci hedefler göz ardı edilmişti. Gruplararası yarış vardı sanki… Kim en babayiğit eylemi yapacak, kim en çok taraftarı toplayacaktı!.. Biri banka soyarsa diğeri de soyacak, biri adam kaçırırsa diğeri de kaçıracaktı. En ilginci Elrom olayıdır. THKO, Elrom’u kaçırmak için hazırlıklarını tamamlamış ancak THKP-C kaçırmıştı.

8 Ekim 1967’de devrime en müsait ülke olarak gördüğü Bolivya dağlarında öldürülen Che‘nin efsaneleştirildiği bir ortamı 69/70’li yıllarda yaşıyorduk. Che’nin ”Ölüm nereden gelirse gelsin, savaş naralarımız kulaktan kulağa yayılacaksa, mavzerlerimiz elden ele dolaşacaksa. Ölüm hoş geldi sefa geldi!” söylemi çoğumuzu etkisine alıyor ve ölümü küçümsemeye kadar varıyordu. Yaratılan ve yaşatılan Che zamanı böyle bir şeydi.

Kırlardan şehirleri kuşatmak şeklinde formüle edilebilecek olan,”kır gerillacılığı”nın şartları var farz ediliyordu. Böyle çıkıldı yola. ”Bir kıvılcım çakılacaktı ve bozkır tutuşacaktı”, fırsat vermediler…

Eylemler ve netice, önce Sansaryan Han’da buluştuk. Bizden iki gün önce yakalanmıştı, Tayfur Cinemre ile Trakya tarafında. İfadesinde bizim kendi eylemlerine katılmadığımızı anlatmış ve “Kıyıcı nerede Gürkan nerede“ diye işkence altında olan militanları kurtardığı gibi bizi de bu yüzden işkenceye uğramaktan kurtarmıştı.

Emniyet günlerindeki tutumu da ilginçti. Hemen hemen herkesin yakalandığı dönemde 1. Şube Müdürü Ilgız Aykutlu, beline takdığı iki çakar almaz ve elbetteki boş tabanca ile telefonlu hücrelerde dolaşırdı. Soygun ve fidye olayında elde edilen paraların hesabını Cihan’dan sorardı. Cihan da kimisini dağa gönderdim, kimisini militanlara kıyafet aldım dese de hesap bir türlü tutmazdı. Bunun sebeplerinden biri galiba banka soygunundan 3 alındı ise bankanın bunu 5 göstermesi idi. Ilgız Aykutlu bunu tespit etmişti. 1. Şubenin oda ve koridorlarının eşyaları herhalde böylece yenilenmişti. Uzun gözaltı süresinde “şüpheliler” böyle beslenebilmişti. Ayrı yerlerde bulunmamıza karşın Cihan, Eczacı Rıfat ve Harun Karadeniz ile tutulduğumuz odaya yemek gönderebilmişti. İşkencelerin bittiği, işkence izlerinin “tamir” edildiği, sorguların rötuşlarının yapıldığı günlerdi.

Firardan önce Cihan, sonraları ve hala, Cihan ile yakın ilişkisi olduğunu iddia eden bir hocahanıma, dershane açması için verdiği -sanırım örgüte gelir getirsin diye vermiş olmalı- paraları kurtarmamızı istemişti. Tabii ki dershanenin battığını tahmin etmek zor olmayacaktı. Bu hocahanım, bir yandan Cihan ile var olduğu izlenimi verdiği ilişkinin rantından yararlanmaya çalışırken, (buna neredeyse Cihan’ın ve dolayısı ile hepimizin Nuran ablasını bile ikna edebilmişken) diğer yandan Mehmet Eymür ile yakın ilişkisi ortaya çıkan THKO sanıklarından Alpaslan Ertuğ ile de ilişkisini sürdürmekten geri durmuyordu.

Bir de Cihan’a platonik olarak hayran, ve kendi elleriyle yaptığı yağlı boya resmini duvarının başköşesine asan bir hemşire hatırlarım.

Ben, Ankara Sıkıyönetimce de arandığım için Ankara’ya Mamak’a götürülmüştüm. Sonra Maltepe Askeri Cezaevinde yeniden buluştuk.

Cihan’ı tanımlayan bir yaşanmışlığı aktarmadan geçmek olmaz. Anlatan birlikte yakalandığı Tayfur Cinemre…

“Tekirdağ’da tüm şehrin ve koca bir jandarma alayının saatlerce sürdürdüğü bir sürek avı sonunda yakalandığımızda, bekçisinden askerine, trafik polisinden jandarmasına şehirdeki tüm kolluk kuvvetlerinin elinde linç edilmekten kıl payı kurtulmuştuk.
Vahşi hayvan avcıları misali, etrafımızda fotoğraf çektirenler arasındaki bir generalin müstehzi bir edayla, ’Halk için savaştığınızı söylüyorsunuz, dışarıda sizi yuhalayan şu halka bakın,” demesi üzerine, yerde yatan Cihan’ın; “Bu sabahtan beri yayın yapan belediye hoparlörlerini yarım saatliğine bize verin de görün o zaman o halkın kimi yuhalayacağını” demesi üzerine küplere binen paşa asasıyla üzerimize yürüyüp vurmaya başlamasını hiç unutmuyorum.”

(T. Feyizoğlu, Sinan, s.341)

Cihan her hal ve şartta devrimci tavrını koruyan, lafını esirgemeyen bir kişiliktir.

Cihan’la, mücadele biçimi anlayışında ayrı düşmemize rağmen dostluğumuz devam etti.

Firarın öncesinde dışarıda kalan Nahit de yakalanınca ve açıklamaları hiç iç açıcı olmayınca bile firar etme fikrinden vaz geçmedi.

Tünel tamamen kendisinin ve Oktay Kaynak’ın fikri idi. Mahir Çayan’ın Maltepe Askeri Cezaevine naklini bekledi. Nedense sadece beş kişinin firarı kararlaşmıştı. Mahir ve iki arkadaşı olmak üzere Ömer Ayna ve kendisinin çıkması kararı alındı. Tünel fikrinin ve kazılmasına büyük emeği geçen Oktay Kaynak’ı zapt etmek bana düştü.

Firardan önce Mahir ile de Cihan ile de vedalaştık. Önerileri söyledik. Mahir faşizme karşı dayanışma günleri olduğuna dair ve sair iki konuda arkadaşlara konuşma yaptı.

Cihan vedalaşırken hini hacette yararlanabileceği ev adresi olup olmadığını sordu. Yoktu. Legal mücadeleye göre yönelmiş olduğumuzdan yakalandığım zamana kadar böyle bir tedbirimiz olmamıştı. Sonraki şartlarda oluştuysa da ben bilmiyordum.

Gittiler.

Kapıların ardına bir şeyler yığdık. Sıkıyönetim şartlarında yasa gereği tutuklular asker kişi sayılır ve askere çıkan karavananın aynısı bize de çıkardı. Arada kasalarla gelen üzümleri göndermez sıkar bidonlara doldururdum. Kimi şarap, kimi şarabımsı olmuştu. Keyifle Vecdi Özgüner ile içmeye başladık. Sonra Ömer Güven geldi sonra başkaları… Türküler, marşlar… Ertesi gün direniş, sonra kapıların açılması, sonra yoklama…

Cihan denince, Tahliye, Mahir denince Tahliye, Ulaş denince, Tahliye… Sevinci gizleyemeyen şen seslenişler.

Bir omuzu kalabalığın; ”Gülün gülün hak ediyorsunuz!” takdiri mi, tespit söylemi mi!?

Sonrası Kızıldere. Firardan sonra Selimiye Kışlasına getirilmiştik. 31 Mart günü katliamın fotoğraflarının yer aldığı gazeteleri ibret alın der gibi, gazete talebimizi henüz iletmemişken koğuşlarımızın önünde bulduk.

Yurt dışına çıkarlar diye düşünüyorduk, ON’lar Denizleri kurtarabilmek için eyleme girişmişlerdi.

Evet, güzel adamlar beyaz atlara binmiş ve gitmişlerdi.

Geriye, “En Güzel Dünya” özlemini bırakarak.

Oğlum Sinan’dan sonra kızım oldu, adını Cihan koydum. Sonra gene kızım oldu adı İnan, Deniz, Elif, Burcu doğdu.

Onlar tüketti biz ürettik. Umarım adlarına sahip çıkarlar.