Orhan Yalçın Gültekin

Sizin bir başucu kitabınız var mı? Benim var. Her yıl bir kere okurum. Arada bir de karıştırır, bazı bölümlerine yeniden bakarım.

Kitabın kuramsal bir kitap olduğu öngörülebilir ama değil. Hemen akla Ernesto Ché Guevara’nın “Politik Yazılar”ı, Mao’nun Kızıl Kitabı, Lenin’in “İki Taktik”i gelebilir ama değil. Marx ile Engels’in “Manifesto”su olmadığı gibi herhangi bir siyasî grubun bildirgesi de değil. Söz konusu olan ne Mahir Çayan’ın “Kesintisiz Devrim”leri ne Hüseyin İnan’ın Türkiye Devriminin Yolu broşürü ne de İbrahim Kaypakkaya’nın Toplu Yazıları.

Kitap bir roman. Amerikalı sosyalist yazar Jack London’ın bir romanı: Demir Ökçe (The Iron Heel). Benim başucu kitabım popular kültür açısından yazarının en önemli kitabı bile sayılmaz. Jack London denilince akla hemen “The Call of the Wild” (Vahşetin Çağrısı) ve “White Fang” (Beyaz Diş) gelir. Hemen arkasından da “To Build a Fire”daki (Bir Ateş Yakmak) kısa hikâyeleri ile “An Odyssey of the North” (Kuzeyin Odisesi), ve “Love of Life” (Yaşam Aşkı) gelir. London, “The Pearls of Parlay” (Parlay İncileri) ve “The Heathen” (Kâfir) gibi öykülerinde Güney Pasifik’i, “The Sea Wolf”ta (Deniz Kurdu) da San Fransisco Koyu bölgesini işlemiştir.

Gerçi Türkiye’de ortalama bir roman okuru açısından Vahşetin Çağrısı, Jack London ile ilgili en önemli bağlantı kabul edilebilir. Romanın ötesinde televizyonda bir kaç film ve dizi ile görsel olarak da izleyiciye ulaşmıştır. “Vahşetin Çağrısı”nın hemen ardından da “Deniz Kurdu”nun geldiği söylenebilir.

Benim Jack London’la bağlantım “The Call of the Wild” aracılığıyla Darüşşafaka’da kurulmuştu. Simplified/basitleştirilmiş bir versiyonu İngilizce ders kitaplarımızdan biri miydi, yoksa kendimizi geliştirmek için harçlıklarımızdan biriktirdiğimiz paralarla aldığımız kitaplardan biri miydi, şu an pek hatırlayamadım. Çocukluğu Kalos’un [1] kurt köpekleri arasında geçmiş bir yeniyetme olarak kahramanı Buck adlı bir St. Bernard-Scotch Collie olan bu roman hayli ilgimi çekmişti.

Jack London’ın sendikalaşma, sosyalizm ve işçi haklarının tutkulu bir savunucusu olduğunu ve bu konularla ilgili birçok güçlü eser yazdığını keşfetmem için Encyclopædia Britannica ciltlerinde biraz zaman geçirmem yetmişti. Bu çerçevedeki romanları arasında distopik bir roman olan “The Iron Heel” (Demir Ökçe) ile “The People of the Abyss” (Uçurum İnsanları) ve “The War of the Classes” (Sınıflar Savaşı) vardı ama Türkçe’ye yalnızca “The Iron Hill” (Demir Ökçe) çevrilmişti ama onu da piyasada bulmak mümkün değildi.

Kitabı elime almak için 1978 yılını beklemem gerekiyordu. Öncü Kitabevi tarafından Mayıs 1978’de Emin Türk Eliçin çevirisiyle [2] yayınlanan Demir Ökçe’nin yaşamımın en önemli kitaplarından biri, dahası en önde geleni olacağını ilk okuduğumda farketmemiştim. Ivan Turgenev’in “Babalar ve Oğullar”ı [3] hâlâ yaşamımı etkileyen en önemli kitaptı ve yerine başka bir kitabı koyabileceğimi düşünemiyordum. (Gerçi “Babalar ve Oğullar”, bu yaşımda bile “bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” kıvamındaki tek kitaptır.)

Demir Ökçe ile ilgili olarak Yalçın Küçük, Türkiye Solunun radikal kanadının en çok etkilendiği kitapların başında gelir mealinde bir şeyler söylemişti [4]. Yalçın Küçük’ün durduğu yere bakınca bu sözleriyle kitabı övmekten çok yerdiği de söylenebilir. Kitabın bizim kuşağımız (78 kuşağı) için çok önemli olduğu söz götürmez ama 68 kuşağı için de ne kadar önemli olduğunu yakın zamanda, Tayfur Cinemre’nin “Cihan Alptekin’le Sansaryan Han’da 43 Gün” adlı yazısından öğrendim. Cinemre, şöyle anlatıyordu Cihan Alptekin ile Demir Ökçe bağlantısını:

Çoktan kurumuş olan kanlı elini öyle bir gururla taşıyordu ki, onu herkese övünerek gösteriyordu bu hastalıklı beynin sahibi. Ilgız Aykutlu da bu gösteriyi kendince çok “yaratıcı” bulmuş olmalı ki, adamı ve ekibini aldığı gibi bizim tabutluğa getirmişti.

Amacı “eski dostu” Cihan’a güç gösterisi yapmak ve morallerimizi sıfırlamaktı aklınca. Aykutlu, “Görüyorsunuz işte, artık hepiniz yenildiniz; sizin gibi anarşistlerin sonu budur işte” gibilerinden bir söz etti.

O zamana kadar sessiz duran Cihan, başını kaldırarak ve gözlerini Aykutlu’nun gözlerinin içine dikerek şu sözleri söyledi:

“Evet bu kez yenildik, ama temelli değil! Demir ökçeniz şimdi eziyor bizi. Fakat davamız daha da güçlenmiş olarak yeniden ayağa kalkacaktır.”

Böyle bir karşılığı hiç beklemeyen Aykutlu önce şaşırmış sonra da hırsla tekme tokat girişmişti bize, “Bu gece sorguda görüşürüz seninle, bakalım o zaman da bu kadar kahraman olabilecek misin orada” diye tehditler savurarak.

Yeniden yalnız kaldığımızda Cihan’a sormuştum, nereden aklına geldi böyle bir cevap vermek diye. O da her zamanki muzip gülümsemesiyle bunu, Jack London’un Demir Ökçe kitabından hatırladığını ve okuduğu bu cümlenin kendisinde iz bıraktığını söylemişti. [5]

***

“The Iron Heel” (Demir Ökçe), ilk kez 1908’de yayınlanmış. (Çevirinin önsözünde 1907 yazıyor.) Sınıflarken “dystopian novel” diyorlar; “gelecekte son derece korkunç ve bozulmuş bir toplumun olacağının düşünülmesi, kurgulanmasına dayanan roman” anlamına geliyor. Roman, modern distopyanın öncülü, ilk örneği olarak kabul ediliyor.

Romana önsöz yazan Anatole France, “1907’de Jack London müthiş bir karamsar olarak kınandı. Gerçek sosyalistler bile parti saflarına korku salmakla suçladılar yazarı” [6] diyerek aslında romanın en önemli özelliğini vurgulayacaktı.

Roman, edebî özellikleriyle de hem Jack London yazılarının genel yapısına hem de dönemin edebiyatının genel yapısına göre sıradışı kabul edilir. Demir Ökçe, Bir kadının ağzından bir erkek kahramanı ve o erkek kahramanla kopmaz bağları olan bir dönemin inişli çıkışlı sınıf savaşımlarını anlatmaktadır. Bir başka özellik de Jack London’ın romana “eseri 26. Yüzyılda yayınlayan Merdithe” olarak düştüğü notlardır.

Romanı 1908’de okuyanlar için bu edebî özellikler sıradışı kabul edilebilir ama ilk yayınlanışından tam 70 yıl sonra okuyan biri söz konusu olduğunda bu özellikler o kadar da özgün ve sıradışı gelmeyecektir.

Açıkçası Demir Ökçe’yi ilk okuduğumda onun edebî özelliklerine hiç dikkat etmedim. Dönemimizin ruhuna uygun olarak “siyasî” romanlarda aradığım da edebî özellik değildi zaten. Edebiyat, benim için öncelikle Rus edebiyatıydı; Dostoyevsky, Tolstoy, Turgenev, Cehov’du. Bunlara bir de Shakespeare eklenmeliydi. Ne “Ve Çeliğe Su Verildi” ne “Direnme Savaşı”, edebî yönüyle ilgilendirmişti beni; Demir Ökçe niye ilgilendirmeliydi ki?

Romanda, benim dikkatimi çeken ilk özellik, o dönemde bizler birbirimizi fraksiyon kavgalarına mahkûm etmiş ve “eleştirilerimizin sivri ucu”nu revizyonist-oportünist-reformist ilan ettiklerimize yöneltmişken, romanın ilk bölümündeki hemen bütün tartışmaların proletarya ve sosyalizmi temsilen Ernst Everhard ile değişik sınıfların temsilcileri arasında geçiyor olmasıydı.

İkinci önemli özellik insanların değişim-dönüşümünün ya da daha doğru bir ifadeyle çalışan sınıfların yanında saf tutma ve devrime katılmalarının ancak bir “bedel” ödemekle mümkün olacağına yapılan vurguydu. Başta Avis Everhard’ın babası John Cunnigham olmak üzere bu dönüşümü yaşayanların hiçbiri sistem içindeki konumlarını muhafaza edemiyorlardı. Bu, bizim yaşımızdakiler için çok önemli bir vurguydu. Biz o zamanlarda bile “kendini feda etme”yi kabullenmiş genç insanlardık ve roman bize bunu gözümüzün içine sokarcasına anlatıyordu.

Romanda bir dizi konuyla birlikte aile de önemli bir yere sahipti. Aile aidiyeti ile devrime ait olma arasındaki çelişki, 12 Mart ve 12 Eylül’ün işkenceli sorgularının da ana konularından ya da araçlarından olagelmişti. Sorgulananın direncini kırmak için kullanılan en önemli araçlardan biri de aile bireylerinin de aynı işkenceli sorguya alınacağı tehdidi olmuş, çoklukla da kullanılmıştı. Örgüt ile aile, yoldaşlık ile aile aidiyeti karşı karşıya konularak, sorgulananın bir tercih yapması dayatılmıştı. Demir Ökçe’de konu daha dramatik bir biçimde ele alınmıştı.

Demir Ökçe’ye karşı sürdürülen savaştaki en müthiş, en vahşi, en acımasız bölük olan “Frisko Kızılları”nın 25 numarası Peter Donelly’nin biri hariç bütün ailesi Demir Ökçe tarafından öldürülmüştür. Ailesinin öcünü almaya odaklanmış Donelly, Demir Ökçe’nin adamlarına karşı gözünü bile kırpmadan suikastlar düzenlemektedir. Oğlu ise, Demir Ökçe’nin adamıdır ve Donelly için yok hükmündedir.

Baba ile yok hükmündeki oğulun dramatik karşılaşmasını ve bu karşılaşmanın sonrasını Jack London şöyle anlatır:

“Donelly’nin işleri, kendisine verilen idam listesinde Timotheus Donelly adına rastlayıncaya dek iyi gitmişti. O zaman, ondaki güçlü aile duygusu üstün geldi. Oğlunu kurtarmak için yoldaşlarını sattı. Oğlunu zoru zoruna kurtarmasına karşılık bir düzine Frisko Kızılı öldürüldü ve grup hemen hemen mahvoldu. Ama kalanlar onu, hıyanetiyle adamakıllı hak etmiş olduğu cezaya çarptırmakta gecikmediler.” [7]

Demir Ökçe ile birlikte Marx ve Engels’in o ünlü “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur” belirlemesi, benim açımdan, ekonomik vb. bir belirlemenin ötesine geçti ve Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”nde “türün üremesi”ne vermiş olduğu önem [8] somutlaşmış oldu. Türün üremesi ve onun bir formu olarak aile, bizim o dönemlerde Nazım Hikmet’in “Kan Konuşmaz” adlı romanındakinden daha derin anlama sahipti. Ne kadar olması gerekene –kan konuşmaz- vurgu yapsak da kan konuşuyordu!

Kuşkusuz romanda başka bazı başka konular da vardı ve hepsi de o dönemde kafamızı kurcalayan konularla ilgiliydi.

Yine de o ilk okumamda benim en çok etkilendiğin konu tam da Anatole France’ın vurguladığı konuydu; Jack London, aslında bir distopya kurgulamamıştı, bir karamsar değil, bir uyarıcıydı. “Haklı değidiler oysa. Kimde o değerli ve az bulunur önsezi yeteneği varsa, gelişini gördüğü tehlikeleri bildirmek zorundadır.” [9] Jack London’ın 1907/1908’de yaptığı aslında buydu ve resmettiği gelecek ne kadar yoğun bir karabasansa da –tıpkı George Orwell’in 1984’ü gibi- aslında gerçekçiydi.

Çarlık Rusyasında burjuva demokratik devrimin 1905’teki yenilgisinden hem 2-3 yıl sonra yayınlanan romanın bu yenilgiden etkilenerek mi yazıldığı tartışılabilinir. Ne var ki, 1908 yılı o kadar da kötü bir yıl sayılmazdı. “New York’ta 8 Mart 1908’de yürüyüşe geçen 15,000 kadın ise çalışma saatlerinin azaltılmasını, daha iyi ücret, oy hakkı ve çocuk emeğinin kullanılmasına son verilmesini istiyorlardı. ‘Ekmek ve güller’ diyorlardı… ‘Ekmek’, ekonomik güvenceyi; ‘güller’ ise daha iyi bir yaşamı simgeliyordu.” [10]

Jack London, “Demir Ökçe”de uluslararası sosyalist-komünist harekete genellikle hâkim olmuş “erken zafer beklentileri”ne karşı net bir duruş sergiliyor ve hareketi o dönemde bile öngörülebilir olan, zor, çetin ve alışıldık savaşım süreçlerinin dışında yeni bir zemine oturacak “düzen” konusunda uyarıyordu.

Her ne kadar, içinde bulunduğumuz dönemi, Jack London’ın “Demir Ökçe”sine benzetiyor olsak da (açık-gizli faşizmden faşist diktatörlüğe kadar değişen renklerde bir devlet algılamasına sahiptik) 12 Mart yenilgisinin üstüne pek de yeni bir yenilgi bekliyor ya da öngörüyor değildik. Oysa “Demir Ökçe”de Jack London, kim bilir kaç başkaldırıya karşı “demir ökçe”nin düzeni korumada başarılı oluşunu ve kapitalizmin yıkılmak şöyle dursun kendini yeniden ve daha üst düzeyde üretebildiğini anlatıyordu.

Romanın yayınlanmasından yirmi yıl sonra dünya, Komünist Enternasyonal tarafından “finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörist (yıldırıcı) diktatörlüğü” [11] olarak tanımladığı faşizmle tanışacaktı. Eğer faşizm “demir ökçe” idiyse, Jack London’ın ona karşı verilecek savaşımla ilgili anlatımıyla uluslararası sosyalist-komünist hareketin tercihleri pek de örtüşmeyecekti.

İlk okumamın üzerinden yaklaşık otuzbeş yıl geçmiş. Bugün, üç konuda özellikle yoğunlaşmam gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, “Demir ökçe” ile “faşizm ilişkisi; ikincisi, hem “Demir Ökçe” hem “1984”ün distopik anlatımlarının gerçeklerle/gerçeklikle ne tür bağlantıları olduğu; ve üçüncüsü, “Demir Ökçe”ye de sinmiş erkekegemen zihniyet. Birinci konuyla ilgili olarak her ikisinin –demir ökçe ve faşizm- de yeniden tanımlanması gerekiyor, zira hem faşizm artık bir küfür haline gelmiştir hem de faşizmin tanımlanması konusundaki çok değerli tartışmalar unutulmuştur. İkinci konu açısından iki belirgin yaklaşım olduğu söylenebilir: a) Dünya, her şeye rağmen iyiye gidiyor, b) Batı Cephesinde yeni bir şey yok. Öte yandan, bir üçüncü yaklaşımın geliştirilmesi için çok alâmetler birikti. Üçüncü konu ise bizzat Avis ve Ernest Enerhard arasındaki ilişki bağlamında ve/ama daha çok da Avis Everhard’ın kişiliğine sinmiş erkekegemen zihniyetin sorgulanması ile ilgilidir.

Ve bu üç başlık, ayrı ayrı birer yazı konusudur.

Not: İlk kez Gündoğuşu dergisi Sayı 7 Nisan-Mayıs 2013‘te yayınlandı. Ayrıca bu bağlantıdan da okunabilir

Dipnotlar:
[1] Samatya’da Curcuna adlı sokağımızda bir “Kalos amca”mız vardı. Eski bir boksördü. Sokağımızda bir de atölyesi vardı. Tam adı Kalust Çarkcıyan mıydı, bilemiyorum ama boksör olan bir tek Kalust’a rastladım. Muhtemelen odur.
[2] Cumhuriyet Gazetesinde “Demir Ökçe”nin Evrensel Basım Yayın’ın yeni bir basımıyla ilgili haberde Demir Ökçe’nin çevirisine Sabahattin Ali tarafından başlandığı ama yakın dostu, fikir arkadaşı Emin Türk Eliçin’in tamamladığı bilgisi yer almaktadır.
[3] Rusça özgün ismi Отцы и дети (Otcy i Deti), harfi harfine “Babalar ve Evlatları/Çocukları biçiminde çevrilebilirdi ama herhalde romanın ruhuna uygun olarak “Babalar ve Oğullar” başlığı uygun görülmüştü.)
[4] Şu an kitap elimin altında olmadığı için birebir alıntılayamadım, okuyucu kusuruma bakmasın.
[5] Tayfur Cinemre, Cihan Alptekin’le Sansaryan Han’da 43 Gün
[6] Jack London, Demir Ökçe
[7] Jack London, Demir Ökçe
[8] “Materyalist anlayışa göre, tarihte, egemen etken, sonunda, maddî yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim, ikili bir özlüğe sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin, ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların-üretimi, türün üremesi. Belirli bir tarihsel dönem ve belirli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan emeğin öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir. Emeğin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ne kadar düşük, toplam emek ürünü ve bunun sonucu, toplumun sahip bulunduğu servet ne kadar az ise, kan bağının ağır basan etkisi, toplumsal düzen üzerinde o kadar çok belirleyici görünür. Ama kan bağına dayanan bu toplumsal yapı çerçevesinde, emek üretkenliği gitgide artar; ve onunla birlikte, özel mülkiyet ve değişim, servetler arasında eşitsizlik, başkasının emek-gücünden yararlanabilme olanağı, sonuç olarak, sınıflar arasındaki karşıtlıkların temeli de gelişir; bütün bu yeni toplumsal öğeler, kuşaklar boyunca, eski toplumsal kuruluşu yeni koşullara uyarlamak için; bunların arasındaki bağdaşmazlık tam bir devrim sonucu verene kadar, var güçleriyle etkide bulunurlar. Kan bağı üzerine kurulmuş eski toplum, yeni yeni gelişmiş toplumsal sınıfların çatışması sonucu değişir; yerini, artık dayanaklarını kan bağı üzerine kurulmuş toplulukların değil, belirli bir ülkede yaşayan toplulukların oluşturduğu devlet içinde örgütlenen aile rejiminin tamamen mülkiyet rejimi tarafından belirlendiği günümüze kadar gelen yazılı tarihin bütün özünü biçimlendiren sınıflar çatışması ve sınıflar savaşımının bundan böyle içinde özgürce geliştiği yeni bir topluma bırakır.” Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni
[9] Jack London, Demir Ökçe
[10] Orhan Yalçın Gültekin, Ekmek ve Güller
[11] Georgi Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe