Orhan Yalçın Gültekin
Taraf gazetesinde yayınlanan toplum ve politika enstitüsü genel koordinatörü Rasim Ozan Kütahyalı’nın “Deniz’lerin yolu bizi nereye götürür?” başlıklı yazısı toplum ve politika çözümlemelerinin neden bu tür enstitülerin genel koordinatörlerine bırakılmaması gerektiğinin bir örneği olarak kabul edilmelidir.
Deniz’in idam edildiği değil ama belki Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta olan Kütahyalı’nın yazdıklarının neresinin düzeltilmeye muhtaç olduğunu belirlemeye çalışırken zorlandığımı itiraf etmeliyim. Neresi düzeltilmeye muhtaç değil diye bakmak daha kolaylaştırıcı olabilirdi.
Örneğin, “Türk 68’lileri” ifadesi başlı başına sorunlu bir ifadedir; bu ifade, 68 sürecinde devre dışı kalan ağırlıklı olarak TMGT kökenli Kemalist devrimcileri karşılayabilir ancak. 68 ise “Türk” değil “Türkiyeli”dir. 68 üzerine yapılan “muhayyel Türkî” makamından okumaların kaynağı, “Türkiyeli 68’liler”in önderlerinden değil de başka kaynaklardan beslenmektedir. Bir de “Kürt 68’lileri” vardır ki, “Türkiyeli 68’liler”i anlayabilmek için “muhayyel Türkî” ve “muhayyel Kürdî” makamların ötesine çıkmak gerekir.
Bir “Türk Deniz Gezmiş” yaratmak, bir “Türk 68” oluşturmak ve bunun üzerinden “68”i ehlileştirmek yeni bir taktik değildir. Lenin’in “Devlet ve İhtilâl”de belirttiği gibi bir “ulusal-alman Marx”a (1) olan gereksinimin benzerleri her ülkenin burjuvaları için (yalnızca burjuvaları için değil küçük burjuvaları için de) bir gereksinim olmuştur. Devrimi ehlileştirmenin en önemli yollarından biri bu tür sisteme uyumlu ikonalar oluşturmaktır.
“Türkiyeli 68’liler”i “Türk 68’lileri” haline dönüştürmede iki kanadın da –“ulusalcı (!) hezeyanlar”ına meşruiyet kazandırmak isteyenlerin olduğu kadar “liberal” (!) karşıtlarının da- menfaati vardır. Bu menfaat, “Türkiyeli 68’liler”in göndere çektiği devrim bayrağı ile hesaplaşma temelinde kendi köksüzlüklerini aklî kılmadır.
“Türkiyeli 68’liler”i “Türk 68’liler”den ayıran mihenk noktası özsel olarak şu soruya verdikleri yanıttadır: Siyaset, yalnızca halkın siyasal erkten dışlandığı siyasal toplum alanında yapılabilir bir şey midir, yoksa bizzat sivil toplum alanında mı yapılmalıdır?
“Türk 68’liler”i bu soruya hem o dönemde hem bugün giderek daha geniş ölçüde siyasetin siyasal toplum alanında yapılabilir olduğu biçiminde yanıt vermişler, sivil toplum alanındaki siyaseti, siyasal toplum alanındaki siyasetin etkileyicisi ve/veya destekleyicisi olarak algılamışlardır. Siyasetin bu “devletçi” kavranışı, onları devletin geleneksel aydın katmanlarıyla değişik türde ilişkilere sokmuş, kimileri askerî bürokrasi, kimileri sivil bürokrasi, kimileri her ikisinden de medet umarken, bir kısmı da sivil toplumun siyasal toplum tarafından soğurulup eklemlendiği alan olan meclis ve meclis hükümetlerine abanmıştır.
“Türkiyeli 68’liler”, siyaseti sivil toplum alanında yapılabilir olmanın ötesinde yapılması gereken bir uğraş olarak algıladıkları için onlara üniversitelerde olduğu kadar, belki de daha fazla, işçilerin hak alma savaşımlarında, toprak işgallerinde, Doğu mitinglerinde, Komer protestolarında rastlanırdı. Deniz Gezmiş’in kamuoyunca tanınışı Çorum Belediyesi temizlik işçilerinin uzun yürüyüşünün son durağı olan Taksim Anıtına çelenk koyma ve Türk-İş yöneticilerini protesto gösterisi sırasında gözaltına alınması olmuştu. Sinan Cemgil, toprak reformunun gerçekleştirilmesi istemiyle hazine topraklarını işgal eden Elmalı köylülerini ziyaretinin Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Merkezi tarafından tepki ile karşılanması üzerine TİP’ten istifa etmişti. Cihan Alptekin ve İbrahim Kaypakkaya, Silivri Değirmenköy’deki toprak işgalini destekledikleri için gözaltına alınmışlardı. Kadir Manga, ilk Doğu mitinginin sunuculuğunu yapmıştı. Mahir Çayan’ın TİP içindeki savaşımında sesi Zonguldak ve Karadeniz Ereğlisi’nden geliyordu. Komer’inden 6. Filosuna anti-emperyalist gösteriler ne yalnızca üniversitelerde yapılıyor ne de yalnızca üniversite öğrencilerini içeriyordu. 15-16 Haziran “Türkiyeli 68’liler”i içermeyen bir işçi hareketi miydi?
“Türkiyeli 68’liler”in “Silahlı Kuvvetler”in bir kanadı ile ilişkilendirilmeye çalışılması nevzuhur bir hadise değildir. Siyaseti, bilindik siyasal güç odaklarının ötesinde sürdürülebilir-yürütülebilir-yapılabilir bir “şey” olarak algılayamamakla malûl zihinler, onları çeşitli çevre ve odaklarla ilişkilendirmeyi her zaman dillendirmişlerdir. Konuşturulmayan yalnızca “Türkiyeli 68’liler” olmuştur.
“Türkiyeli 68’liler”, kuşkusuz Türk Silahlı Kuvvetlerinin dönüşümünü gözlemlemişler ve onun genel siyasal hareket içindeki yerini belirlemeye çalışmış ama onun içindeki değişimlere bakmaksızın kendi bağımsız yollarını açmaya uğraşmıştır. Eğer “Denizler” olarak anlatılmaya çalışılan silahlı mücadeleyi savunan devrimcilerse, bilinmesi gerekir ki, ne THKO ne de THKP-C, 9 Mart darbe hazırlıklarının içinde olmuşlardır. Bunu bilmek için biraz kitap karıştırmak yeterli olacaktır; kuşkusuz 9 Martçılar ve onların akıl hocalarının işkembe-i kübradan atarak yazdıklarını değil!
THKO’nun önderi Hüseyin İnan, şöyle yazıyordu:
“Devrimci saflarda MDD stratejisini kabul etmiş olan çeşitli politik güçler, işçi sınıfını örgütlemek için çaba harcamalarına rağmen, halk savaşına dönük hiçbir çalışma yapmamışlar ve halk ordusunun kadrolarını oluşturma taraflısı görülmemişlerdir. Fakat şeklî demokrasinin icazetli ortamı legal bir parti örgütlenmesine imkân tanımadığı içindir ki kurulacak işçi sınıfı örgütünün garantisi durumunda olacak ve sigorta vazifesi görecek güçler aranmıştır. Doğal olarak da silahlı radikal güçlere büyük umut bağlanmıştır. Her ne kadar bu durum açıkça belirtilmese de, parti çalışması içinde olan fraksiyonlar, geleceği garanti altına almak için adeta radikal güçlerin ağzına bakar ve onların kuyruğuna takılır bir duruma gelmişlerdir. Özünde küçük burjuva ideolojisine bağlı bu güçlerin MDD’i savunur görünmeleri, devrimci saflarda silahlı mücadeleyi küçümser ve kadrolaşmayı benimsemez bir tutumun doğmasına sebep olmuştur. Öyle bir hale gelinmiştir ki radikal çıkışlar tek iktidar alternatifi olmuş, Marksist-Leninist kadrolar küçümsenmiş ve işçi sınıfının politik kaderi radikallerin silahlı çıkışlarına göre belirlenmiştir. Bu işin bayraktarlığını yapan kişi ve gruplar, sözde Marksist-Leninist, pratikte ise birer darbe uzmanı kesilmiştir. Böyle bir davranışın temelinde yatan düşünce işçi sınıfına ve halk kitlelerine olan güvensizliktir. İşçi sınıfı adına küçük-burjuva ideolojisinin gereği olarak politik mücadeleyi darbeci bir mantık içinde sürdürmektir bu. Eski önemini kaybeden bu görüş hâlâ daha devrimci saflarda mevcuttur.”
(Hüseyin inan, Türkiye Devriminin Yolu)
“Türkiyeli 68’liler”, “işçi sınıfına ve halk kitlelerine güven” duymuşlardır; çözümün onların güçlerinin açığa çıkartılması, geliştirilmesi ve örgütlenmesinde olduğunu savlamışlardır. Bunun için önerdikleri yolun doğru olup olmadığı tartışması ise verili koşullarda yapılabilinir değildir.
Bir Mektup Üzerinden Metin Çözümleme Denemesi
R. O. Kütahyalı, onca yazı-çizi arasından özenle babasına yazdığı bir mektubunu seçmiş Deniz Gezmiş’in. Gezmiş, bu mektubundaki söylemiyle Kütahyalı’nın eline o denli büyük kozlar (!) vermiş ki, ölümseverlikten yabancı düşmanlığına dek her türlü melânetle suçlanabilmeyi hak etmiş!
Ne diyor bu mektupta Deniz Gezmiş?
Baba,
Sana her zaman müteşekkirim. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni. Küçüklüğümden beri evde devamlı kurtuluş savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim. Baba biz Türkiye’nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız.
Elbette ki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi. Ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları.
Düşün baba, bugünkü hükümet, işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor. Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda. Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmışlar. Ve tarih önünde hüküm giymiş durumdalar. Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız.
Ya vatan ya ölüm!
Deniz Gezmiş
(29 Ocak 1971)
Bu mektuptaki ifadelerden “ölümsevicilik” nasıl çıkartılabilir, ben anlayamadım. Bir dolu sözcüğü peş peşe ekleyerek olmayanı oldurmak mümkün değil. Bir savaşım içindeyseniz, birilerinin tekerine çomak sokuyorsanız, bunun bir karşılığının olacağını biliyor olmanız gerekiyor. İkinci bir kurtuluş savaşı vermek için yola çıktıysanız, bunun hapislere atılmayı, kurşunlanmayı içereceğini de bilmeniz gerekiyor. Tarihsel örnekleri vardır. Deniz Gezmiş, bunu biliyor; Rasim Ozan Kütahyalı ise bilmiyor ya da biliyor da bunlar yaşanmadan da sorunların çözülebilmesinin yolunu keşfetmiş, bizlere söylemiyor. Deniz Gezmiş’in söylediklerinden ölümsevicilik çıkmıyor ama Rasim Ozan Kütahyalı’nın yazdıklarından ölümden korkmak çıkabilir. Aman dikkat, trafiğe çıkmayın; kaza maza olabilir; yaralanabilir, polisle başınız derde girebilir; maazallah ölebilirsiniz de…
Hani vedalaşmalarımız vardır… Gidip de dönmemek, dönüp de bulmamak var, deriz ya… Bu da ölümsevicilik olsa gerek. Belki Mustafa Taylan Özgür ile Sinan Cemil öyle vedalaşmasalardı, Mustafa Taylan Özgür öl-dürül-meyecekti.
Herhalde en büyük ölümsevici Voltaire olsa gerek. Ne diyordu o ünlü cümlesinde?
“Söylediklerinizi tasvip etmiyorum ama onları söyleme hakkınızı ölüm pahasına savunacağım.”
Başkasının ifade hakkını savunmak için ölümü göze almaktan daha büyük ölümsevicilik olabilir mi?
Deniz Gezmiş’in mektubunda (evet, kabul ediyorum) yabancı düşmanlığı vardır! İyi de bu yabancı düşmanlığı “Black Panther Party”yi de içeriyor mu? Şu ya da bu ülkenin, hatta ABD’nin halkını içeriyor mu? Daha da ötesi, bu düşmanlık, tek tek kişileri, sınıfsal bağlamından soyutlanmış bireyi içeriyor mu? Hayır, içermiyor! Deniz Gezmiş’in yabancı düşmanlığı, bu toprakları ele geçirmeye çalışan yabancıları içeriyor; emperyalistleri içeriyor.
Deniz Gezmiş, öyle “antiemperyalizm, tam bağımsızlık gibi laflar olmadan direkt içinden geçeni söylüyor”muş mektubunda, “…yabancılardan nefret ettim”. Ne ki Deniz Gezmiş öyle söylemiyor; “Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim.” diyor. Kurtuluş savaşı kim(ler)e karşı yapıldı ise Deniz Gezmiş de o yabancılardan nefret ediyor. Bunu böyle anlamamak, ancak savaşların düşman ulusların savaşı olarak algılanmasıyla mümkün. R. O. Kütahyalı’nın bunu böyle algıladığını düşünmekten başka bir şey gelmiyor aklımıza, zira o “yabancı” denildiğinde herhangi bir ayrım gözetmeksizin “başka” olanı anlıyor. “ülkemizi-vatanımızı yabancılara teslim etmeyiz” anlamında bir “yabancı düşmanlığı”, onun nezdinde belli bir türdeşliğe sahip olduğunu varsaydığı bir grubun dışındaki hemen herkesi içerir hale geliyor. Bunu içerdiğinde iki şeyden birini yeğlemek zorunda bırakılıyorsunuz: ya “vatanımızı yabancılara teslim etmeyeceğiz” diyerek yabancı düşmanlığı yapar duruma düşeceksiniz ya da yabancı düşmanlığı yapmamak için ülkeyi emperyalistlere teslim edeceksiniz.
Deniz Gezmiş’in yabancı düşmanlığı, sapla samanın birbirinden ayrılmasına dayanıyor, halkların kardeşliği temelinde emperyalizme karşı olma anlamına geliyor. Rasim Ozan Kütahyalı’nın yabancı düşmanlığı karşıtlığının emperyalistlere de karşı olmamayı içeriyor olması gerekiyor.
Deniz Gezmiş, halklar ile emperyalistler ve işbirlikçileri gerici sınıflar arasında ayrım yaptığından Türk, Kürt, Ermeni, Rum vb emekçilerin dostluğunu savunuyor ve onların emperyalistler ve gerici sınıflara karşı ortak savaşımını geliştirmeye çalışıyor. R. O. Kütahyalı ise, o çok karşı olduğu sözüm ona ulusalcılarla aynı zihni temele sahip olduğundan, yani karşıtlıkları uluslar arasındaki karşıtlıklar olarak algıladığından ve ulusun içine her tür gerici toplumsal öğeyi de koyduğundan, sözün kısası kimlikler üzerinden gittiğinden bugün yaşadığımız her türlü melâneti “Türkiyeli 68’liler”in üzerine atabiliyor.
R. O. Kütahyalı’nın söylemine göre “Deniz’ler kuşağının o dönemde ‘nefret edilecek yabancılar’ kategorisine koymadığı Kürtler ve gayrimüslimler (özellikle Ermeniler) de zamanla tıpkı Amerikalılar, İngilizler, Fransızlar, Yunanlılar gibi ‘yabancı’lar kategorisine yerleştirilmiştir bugünün ulusalcı akımı tarafından. Günümüz ulusalcı hareketi nefret edilecek olan, bir gün mutlaka yenilmesi gereken ve bu toprakların onlara bırakılmayacağı ‘yabancılar’ kategorisini genişletmiş, Kürtler ve Ermenileri de batı emperyalizminin işbirlikçisi ve maşası niteliğinde ‘içimizdeki yabancılar’ olarak görmüştür.”
Aslında kolayca anlaşılacağı gibi Denizler, Amerikalılardan da, İngilizlerden de, Fransız ya da Yunandan da nefret etmemektedir. Onlar, her “ulus”un üzerine çöreklenmiş sömürücü sınıflardan ve emperyalist burjuvaziden nefret etmektedirler. Dolayısıyla onların çizgisinden bugüne taşınabilecek, dün nefret etmedikleri yabancılardan bugün nefret eder hale gelmeyi sağlayacak bir nüve bulmak mümkün değildir.
Öncelikle onlar, “Türk” değil “Türkiyeli”dir. Türk, Kürt, Arap vb her kesimden insanı içeren bir Türkiyelilik kavramına sahiptirler. İkinci olarak onlar dil, din, budun, ırk, ulus ayrımı gözetmeyen bir halk birliğini savunurlar.
Hüseyin inan, Türkiye Devriminin Yolu adlı kitapçıkta şöyle diyordu:
“Bir Türk burjuvası nasıl ulusal çıkarlara ihanet etmişse, bir Kürt veya Arap burjuvası da işbirlikçi ilişkiler içine girmekle kendi ulusuna ihanet etmiştir. Ağa, tefeci, bezirgân takımı ise kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin devamı için ulusal davranışlara karşıdır.”
“Biz, sosyalizmin kurulması için verdiğimiz mücadele içinde, Türk, Kürt, Arap v.s. uluslardan geniş halk kitlelerini güçlü bir örgüt içinde birleştirmeyi ve ortak düşmana karşı güçlü bir cephe kurmayı işçi sınıfı ideolojisinin ve Türkiye devrimi stratejisinin gereği sayıyoruz.”
“Türkiyeli 68’liler”, Türkiye’yi Türklerin yurdu olarak değil değişik uluslardan insanların ortak yurdu olarak kabul ediyorlar ve bunun savaşımını veriyorlardı.
Gözü “kimlik” ile kör olmamışların bunu anlaması kolaydır ama “ulus” kompartımanlarına kurulmuşların bunu anlaması zordur.
Sözün özü şudur: Denizler, halkın birliğini istiyorlardı; ilerici sınıflarla gerici sınıflar arasında bir bölünme yaratmayı hedefliyorlardı. R. O. Kütahyalı ise Türk’ten, Kürt’ten, Amerikalı, Fransız, Yunan’dan bahsediyor; tıpkı “ulusalcı”lar gibi…
Denizlerin yolu halkın birliği yoludur; devrimin yoludur. Kütahyalıların yolu ise insanların ulusal kompartımanlara ayrılması yoludur; sömürülenlerle sömürenlerinin olagelen birliğini sürdürme yoludur; sömürenlerin egemenliklerini sürdürme yoludur.
Aynı telden çalmıyorlardı.
***
27 Mayıs ne anlam ifade ediyor?
R. O. Kütahyalı, her türlü basitleştirmeyi deneyerek zihinsel tembelliğin bir örneğini veriyor. Şu sözler ona aittir:
“Deniz’ler de 27 Mayıs gibi alçak bir darbeyi “solcu, ilerici bir devrim” olarak görüyor ve kutsuyorlardı. Yine aynı mantıkla, BAAS’çı sosyalist bir askerî darbenin kendi amaçlarına yarayacağına inanıyorlardı. “Marksist cunta ne zaman darbe yapacak?” diye bir beklenti içindeydiler ve o cunta zihniyetinin bir darbe ortamını yaratmak için silahlı mücadeleye, soyguna, gaspa, adam kaçırmaya, oraya buraya bomba atmaya teşvik ettiği deniz’ler yapılan askerî darbe sonucu bir hukuk cinayetiyle asıldılar. Yüzlerce genç de 12 Mart’ın işkence tezgâhlarından geçti.”
“Türkiyeli 68’liler”in kahir ekseriyetinin 27 Mayıs olayına ama olayın kendisinden daha çok da anayasa ve anayasanın teminatı altındaki kurumlarla kendini ifade eden sonucuna olumlu yaklaştığı sır değildir. (2) 68 kuşağı, İdris Küçükömer’in devlet-sivil toplum eksenli tarih ve siyasal yapı çözümlemelerine itibar etmemiş ve 58 kuşağının (3) savaşım ve deneyimlerini sahiplenmiştir. Bu savaşım ve deneyim, kendi eylemleriyle meşruiyetini yitirmiş bir hükümete karşı direnme hakkı demektir.
Kuşkusuz “Denizler”, R. O. Kütahyalı gibi meclis-ordu eksenli düşünmüyorlardı. Ne meclis ne de orduyu önsel olarak olumlayanlardandılar. Onlar somut koşulların somut çözümlemesini yapıyorlar, her bir güç odağı içindeki bölüntüleri ve parçaları dikkate alıyor ve/ama adımlarını kendi “ideolojik zorunluluklar”ına göre atıyorlardı.
“Türkiyeli 68’liler”, 27 Mayıs’a baktıklarında R. O. Kütahyalı’nın tersine, yalnızca Menderes ve cuntacıları değil, esas olarak Turan Emeksiz’i görüyorlardı; yani R. O. Kütahyalı’nın asla kaale almadığı, andığında ise yalnızca etkisiz eleman olarak zikrettiği verili koşullarda ne siyasal ne de sivil toplumda egemen olan güçleri…
Onların 27 Mayıs’ta gördüğü 58 kuşağının meşruiyetini yitirmiş bir hükümete karşı kullandıkları direnme hakkının yankı bulduğu alan ve bu yankı sonucunda ortaya çıkan anayasa ve kurumlardı.
Darbeleri olumsuzlamak kolay ve rahattır. Bu kolaylık ve rahatlığın Demokrat Parti dönemini, sonrasında Adalet Partisi dönemini, daha da sonrasında Milliyetçi Cephe dönemlerini, ilh. aklamayla sonuçlanmasına şaşırmamak gerekiyor. Hani bir söz vardır ya… Kör ölür badem gözlü, kel ölür sırma saçlı olur… Bizim “sivil siyasetçiler”imiz, ölmeden badem gözlü ve sırma saçlı olurlar. Bunun için R. O. Kütahyalı gibi Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta olanlara müteşekkir olmaları gerekir.
R. O. Kütahyalı’ya göre “Türkiyeli 68’liler”, “BAAS’çı sosyalist bir askerî darbenin kendi amaçlarına yarayacağına inanıyorlardı. “Marksist cunta ne zaman darbe yapacak?” diye bir beklenti içindeydiler”. Dahası “o cunta zihniyetinin bir darbe ortamını yaratmak için silahlı mücadeleye, soyguna, gaspa, adam kaçırmaya, oraya buraya bomba atmaya teşvik e”dildiler.
Kılavuzu karga olanın bile burnunu boktan kurtarabileceğine kanaat getirdiği günümüz koşullarında çamur at izi kalsın tavrı berraklaşıyor. Hasan Cemal’in İrfan Solmazer’den devşirip gündeme yeniden taşıdığı ve hemen Bağdat’tan değil ama belge ve tanıklardan dönen yanlış hesabını R. O. Kütahyalı yineleme pişkinliğini gösterebiliyorsa, söylenebilecek fazla bir şey yoktur.
Hatırlatmakla yetinelim.
O günlerden bir belgede Hüseyin İnan şöyle diyordu:
“Devrimci saflarda MDD stratejisini kabul etmiş olan çeşitli politik güçler, işçi sınıfını örgütlemek için çaba harcamalarına rağmen, halk savaşına dönük hiçbir çalışma yapmamışlar ve halk ordusunun kadrolarını oluşturma taraflısı görülmemişlerdir. Fakat şeklî demokrasinin icazetli ortamı legal bir parti örgütlenmesine imkân tanımadığı içindir ki kurulacak işçi sınıfı örgütünün garantisi durumunda olacak ve sigorta vazifesi görecek güçler aranmıştır. Doğal olarak da silahlı radikal güçlere büyük umut bağlanmıştır. Her ne kadar bu durum açıkça belirtilmese de, parti çalışması içinde olan fraksiyonlar, geleceği garanti altına almak için adeta radikal güçlerin ağzına bakar ve onların kuyruğuna takılır bir duruma gelmişlerdir. Özünde küçük-burjuva ideolojisine bağlı bu güçlerin MDD’i savunur görünmeleri, devrimci saflarda silahlı mücadeleyi küçümser ve kadrolaşmayı benimsemez bir tutumun doğmasına sebep olmuştur. Öyle bir hale gelinmiştir ki radikal çıkışlar tek iktidar alternatifi olmuş, Marksist-Leninist kadrolar küçümsenmiş ve işçi sınıfının politik kaderi radikallerin silahlı çıkışlarına göre belirlenmiştir. Bu işin bayraktarlığını yapan kişi ve gruplar, sözde Marksist-Leninist, pratikte ise birer darbe uzmanı kesilmiştir. Böyle bir davranışın temelinde yatan düşünce işçi sınıfına ve halk kitlelerine olan güvensizliktir. İşçi sınıfı adına küçük-burjuva ideolojisinin gereği olarak politik mücadeleyi darbeci bir mantık içinde sürdürmektir bu. Eski önemini kaybeden bu görüş hâlâ daha devrimci saflarda mevcuttur.”
(Hüseyin inan, Türkiye Devriminin Yolu; ayrıca bknz. OYG, Hasan Cemal ve “Kullanılma”)
O günden günümüze uzanan tanıklıklarıyla Atilla Keskin, Tuncer Sümer, Hasan Ataol ve Mete Ertekin Hasan Cemal’e Açık Mektuplarında şöyle itiraz ediyorlardı:
“O dönem sizin gibi kimilerinin umudunu cuntaya bağladığı ve 9 Mart’ı dört gözle beklediği doğrudur. Ancak bizler çok iyi biliyoruz ki, 9 Mart’tan önce de 12 Mart’tan sonra da Deniz Gezmiş ve arkadaşları cuntacılardan hiç kimse ile ilişki kurmamış, onlarla görüşmemiş ve herhangi bir işbirliği ya da eylem birliği içinde olmamıştır.”
“Liberal”inden “ulusalcı”ya birbiriyle kavgalı ikiz kardeşlerin, bir “Türk ve devletçi Deniz” ikonu yaratarak yapmaya çalıştıkları, siyasetin ancak ve ancak verili devlet düzeyinde yapılabilir bir şey olduğunu kabul etmemizi sağlamak ve böylelikle dipten gelmesi muhtemel gerçek sivil siyasetin önünü tıkamaktır.
Dipnotlar:
(1) “Bugün bütün sosyal-şovenler, —gülmeyin!— “Marksist”tirler. Ve daha düne dek Marksizmin kökünü kazıma işinde uzmanlaşmış burjuva Alman bilginleri, şimdi bir soygun savaşının yürütülmesi için son derece iyi örgütlenmiş o işçi sendikalarını eğitecek bir “ulusal-Alman” Marx’tan gitgide daha sık söz ediyorlar!” (V.I.Lenin, devlet ve ihtilâl)
(2) İbrahim Kaypakkaya’nın hayli geç küllî reddiyesi de tek düze bir tarih anlayışının ifadesidir bize göre. Yine de Kaypakkaya, meclis-ordu çatışmasında herhangi bir kanadı olumlama yoluna gitmemiştir.
(3) 58 kuşağı hâlâ orada incelenmemiş olarak durmaktadır.