Mustafa Lütfi Kıyıcı
Kızıldere’ye giden yolu çok farklı yerlerden başlatıp teorik yazılar yazabiliriz. ON’ları yücelten hamasi yazılar da…
Farklı bir yol izleyerek pratik bir yol izleyeceğim ve Maltepe Askeri Cezaevinden firar olayından başlayacağım.
Bizde adettir: iyiler/doğrular bizim, daha az iyiler ya da düpedüz kötüler “ötekilerinin”dir. Ve “biz”ler, hatasızlarızdır, hep en doğrularızdır.
Anımsayanlar vardır; Erzurum‘da bir üniversite öğrencisi, sanıyorum 6. Filo olaylarını protesto etmek amacıyla, sloganlar atarak kendini yakmaya kalkmıştı. MDD ve TİP kanadının tartıştığı şey, protestocu gencin “Bağımsız Türkiye!” diyerek mi, yoksa “Sosyalist Türkiye!” diyerek mi slogan atarak kendini yakmaya kalkışmasıydı. Sonraları bu gencin TİP sempatizanı olduğu anlaşılmıştı.
Gene anımsayanlar vardır; TV kanallarından birinde 68’in tartışıldığı bir programa katılan konunun tarafları, firarın gerçekleştirildiği tünel bizim eserimiz, hayır bizim eserimizdir, diyerek neredeyse birbirine girmişti. Belli ki, farklı da olsa silahlı propagandayı savunan iki ekibin de katkısıyla gerçekleştiğini bilmiyorlar ve hepsi de “benim” diyorlardı.
Kızıldere’ye giden yolda önemli bir nokta olan o günlerdeki Maltepe Cezaevi şartlarına dönersek, cezaevinin konumu şöyledir: dar bir koridor ve sağında solunda koğuşlar. Biz sağ koğuşlardaydık. THKP-C ve THKO sanıkları çoğunlukla bu koğuşlarda idi. Sol tarafta da Sarp Kuray’ın arkadaşları, İlhan Selçuk ve tutuklu bazı öğretim üyesi hocalar vardı. Kadınların bulunduğu bina ise ses eriminde dışarıda bir konumda idi.
Sağ koğuşlardan sol koğuşlara geçmek izne bağlı olmakla beraber pek izin verilen bir durum değildi. En azından benim Ankara Mamak’tan geri getirildiğim günlerde böyle idi.
Üçüncü sınıf bir inşaat kalitesi ile yapılmış bu binanın zemini aralarında mermer taneciklerinin bulunduğu parke taşları ile kaplı idi. Cezaevinde, hele siyasi nedenlerle yatan kişilerin, üstelik idam talebi gibi ağır cezalarla yargılanıyorlarsa, firarı düşünmemesi mümkün değildir. Cihan, Oktay ve bazılarının yattığı küçük koğuşun zeminindeki bu mermer parçalarının kezzapla eritilebildiğini bilen teknik üniversitesi öğrencisi Oktay Kaynak, tuvaletlerin temizliğinde kullanılan kezzapla bu mermerleri eritmeye başlar. Temin edilen çekiçle de bir insanın omzunun geçebileceği kadar genişlikte bir delik açılır. Bu küçük koğuştan firarın olabileceğine inanmayanlar kendilerini korumak amaçlı olmalı ki -sonraları ‘teorik ‘ yazıları vardır bunlardan biri olan şahsın- koğuştan ayrılırlar. Önceleri tuvaletten dışarı atılmaya çalışılan topraklar, sonraları pantolonlara yapılan uzun ceplerle bahçeye atılmaya başlanır. Şiltelerin içindeki kıtıklar sobada yakılarak içi boşaltılır ve içleri çıkan toprakla doldurulur. Tünel dış duvara yaklaşmıştır.
Bu aşamaya kadar çalışmaları yürüten THKO sanıklarıdır. Savunma aşamasındaki THKP-C sanıklarından bilmesi gerekenler tünelden haberdardır. Savunmanın hazırlanması için Selimiye’de güneş görmeyen tuvaletin karşısındaki yerde tecritte tutulan Mahir’in Maltepe’ye gönderilmesi konusundaki ısrarlı talepler sonucu Mahir Maltepe’ye gönderilir. Benim kanaatim Cihan’ın Mahir’in gelmesini beklemek için işleri yavaşlattığı şeklindedir.
Mahir geldikten sonra, dışarıdaki THKO militanlarından Nahit Töre yakalanır ve içeridekileri hiç de memnun etmeyen açıklamalarda bulunduğu öğrenilir. Cihan bu aşamada benden dışarıda barınabilecek ev olup olmadığını sordu. Ben farklı bir mücadele içinde olduğumuzu bilmesi gerektiğini, farklı bir çalışma içinde olduğumuzu söyledim. Bizim ailelerimizin barındığı evlerin dışında, illegalite için kullanılmak amaçlı konutlarımızın olmadığını aslında Cihan da biliyordu. Cihan‘ın sıkıntı içinde olduğu anlaşılıyordu.
Neticede Mahir, Ulaş ve Ziya Yılmaz THKP-C’den, THKO’dan da Cihan ve Ömer Ayna firar edecek ekip olarak tespit edildi. Firar akşamı çılgına dönen Oktay’ı zapt etmek görevi bana düştü.
Firar gerçekleştikten sonra, asker kişi sayıldığımızdan gelen karavanaların yanındaki kasalarla üzümü göndermeyip temin ettiğim bidon, şişe gibi kaplara ezip doldurarak şarap yapmaya çalışıyordum. Bildiğimden değil, deneme yanılma metoduydu benimki. Bidonlar duş kabini olarak düşünülen/yapılan kabinlerde idi ki burası da toprakla doluydu.
Eski TKP’li Vecdi Özgüner ile içmeye başladık. Sonra Ömer Güven geldi, sonra başkaları… Firarın gerçekleşmiş olmasının coşkusu içerisindeydik. Kapıların ardına, kolay açılmalarını önlemek için elde ne varsa onları da yığdık. Marşlar söyledik.
Ertesi gün THKP-C sanıkları duruşmaya gitmeme kararı aldılar. Maksat firarilere zaman kazandırmaktı. Öğle saatlerine doğru tankın topu pencereye dayanınca direniş bitti. Tünelin dışa açılan deliği bulunmuştu. İçeri girdiklerinde bizleri sıraya sokup yoklama yaptılar. Firarilerin adı okunduğunda coşkuyla ”Tahliye!” deyiverdik. Coşkumuzu saklayamaz haldeydik. Bir omuzu kalabalığın, “Gülün bakalım, hakkınızdır!” demesi bir hakkın teslimi anlamınaydı.
İfade almalar, cezalandırmalar başladı. Firarin gerçekleştiği ve hücre haline getirilen yere konulmuştum.
Sonra Selimiye’ye gönderildik.
Daha sonra firarilerin yurtdışına gitmediklerini, Deniz/Yusuf/Hüseyin’in idamını önlemek için umutsuzca üç teknisyen İngiliz’in kaçırılmasını, Kızıldere katliamını öğrenecektik. ON’ların parçalanmış vücutlarının yer aldığı fotoğrafların yer aldığı gazeteleri, mutat olmadığı halde koğuşlarımızın önünde bulduk. Katliamın resmiydi bunlar.
Gene mutat olmadığı halde Deniz’lerin idam edildiği radyo haberini hoparlöre vererek bize dinlettiler.
Aradan koca yıllar geçti. Kim unutuldu ya da lanetle anılıyor, kim halkın gönlünde yaşıyor yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılıyor.