Hale Özgür Kıyıcı

“Hafıza, şiddeti yaşayanlara verilmiş bir tanrı krallığıdır”
Charles Peguy Raymound Queneau

Devrimci Gençlik Federasyonu’nun (Dev-Genç) merkezi Ankara’da olduğundan, Dev-Genç imzalı her olay sonrası İstanbul Bölge Yürütmenin belli isimlerini paketleyip Ankara’ya götürürlerdi. Mustafa Lütfi’nin Ankara Merkez Cezaevini bu kadar çok ziyaret edişi bu nedenle idi. Ankara yollarını bu nedenle epey eskittik.

Sabah gidilecek yer Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Yurdu idi. Tutuklanan arkadaşlarımızla ilgilenmek Rüçhan’ın (Manas) sorumluluğundaydı. Kız Yurdunun girişinde oturmuş Rüçhan’ı beklemeye başlamıştım. Sürüngen Saffet’le sürdürdüğümüz cezaevindeki arkadaşlarımızla ilgili sohbetin ortasında Hüseyin (Cevahir) çıkagelmişti. Karanfil Hoca’dan (eşim M. Lütfi’nin lakabı idi) haberlerle yüreğimi ferahlatıcı sözleri beni biraz rahatlatmış, biraz da hüzünlendirmişti. Mahir, Yusuf, Münir ve Ertuğrul imzalı “Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup”un yayınlandığı ve bir anlamda Dev-Genç içerisinde ayrılıkların ilan edildiği bir dönemdeydik. “Kırlardan şehirlerin fethi ” tezi dost-düşman içerisinde alenen tartışılır olmuş, illegal örgütler, en legal ortamlarda kurulmuştu.

Hamile idim. Kimsenin bu hamilelikten haberi yoktu. M. Lütfi ile doğacak bebeğimizden kimseye bahsetmemiştik. Hüseyin’in dışarıdan alıp getirdiği, unutamadığım havuç-elma suyu karışımını içerken Karanfil Hoca’nın Cevahir’e hamileliğimden bahsettiğini anlamıştım. Bana ısrarla Kız Yurduna çıkıp dinlenmem gerektiğini anlatıyordu. Rüçhan ile sohbet etmenin keyfini çıkartıyorduk. Sigara içmediğimin farkına varan Rüçhan, ikram edilen meyve suyu ve Cevahir’in dinlenmemle ilgili sözlerinden olayı çözüveriyordu. Kulağıma eğilip “Bebek mi geliyor?” sorusunu da Hüseyin duymuştu. Ayağa kalkıp kantinden çay getirme bahanesi ile yanımızdan ayrıldı. Rüçhan’ın bana sarılıp öpmesini, Kız Yurdundan çıkan kızların bakışlarını hiç unutamam. “bebek geliyor” diye izah edişini de…

Hayatın içinden koparılıp alınan arkadaşlarımızı eşimle düşündüğümüzde, hepsinin yüzü, duruşu, esprileri, hayata dair her şeyleri, bugün gibi gözümüzün önündedir. Bu kadar yoğun yaşamak sanırım, bedenimize-ruh halimize çok zarar veriyor. Ama biz böyle de mutluyuz.

Hüseyin çaylarımızı getirirken, Rüçhan’la beraber onu seyrediyorduk. Çevremizde sayılı idi bu nezaketi gösteren erkek arkadaşımız. Dönem parka-postal dönemiydi. Cebinden çıkardığı saat M. Lütfi’ye aitti. Tamir edilmek üzere bana göndermişti. Saatinin olmadığını düşünerek en yakın saat tamircisini sorduğumda, “Hale’ciğim ben kendi saatimi verdim Karanfil Hoca’ya. Bu saat sanırım hediye imiş, bu yüzden sana teslim ediyorum. Belki görüşemeyebiliriz. Benim saatim sizde kalabilir. Bu adamların bizim hakkımızda neler düşündüğü malum, başımıza neler gelir bilinmez” derken sanki veda eder gibiydi. Sinan Kazım Özüdoğru’nun gelişi ile bu saat ve veda muhabbeti bitmişti.

Sinan, Rüçhan’la nişanlı idi. Hep beraber yurdun yan sokağındaki köfteciye gidip karnımızı doyurmuştuk. Biraz sonra Nail Karaçam ile Mehmet Demir de gelmişti. (Nail, Ankara Fen Fakültesi önünde faşistlerin saldırısı sonucu öldürüldü. Mehmet, Nail’in öldürüldüğü saldırıda ağır yaralandı. Bir otel odasında kalp krizi sonucu hayata elveda dedi.) Cevahir, Rüçhan ve ben Ankara Merkez Kapalı Cezaevine ziyarete giderken, “Karanfil Hoca senin bebek beklediğini anlattı. Kendine dikkat et. Nasıl mutlu biliyor musun? Akşamları sana mektup yazarken hep onu izledim. Sana yazdığı şiirleri saklasan bir kitap olur. Koğuşta bir kedimiz var, Asker Mehmet (Sönmez) bırakmış. Resim bile çektirdi o kediyle. Nasıl sevgi dolu bir insan Karanfil Hoca. Yakından tanıma fırsatını cezaevinde bulmam ne garip değil mi Hale? Zira bu DÖB’lüleri anlamak zor. Zor adamlar. Başımıza bir D.Ö.B’lüyü sardılar; herif gitti başkaları ile ittifak kurdu.” (Bu kişi, Oral Çalışlar idi.)

12 Mart darbesinin tevkifatları, 26 Mart’ta sıkıyönetimin ilanı ile başlamış, ortalık toz-duman içinde idi. Mahir İstanbul’a gelmiş, bize de uğramıştı. Hüseyin’i merak ediyorduk. Saati Mahir’e aradan aylar geçmesinden sonra teslim etmiştik. Suat Derviş’le beraber oturduğumuz evde Mahir’le sabaha kadar sohbet etmiş, kahvaltımızı yaparak bilinmeyen yolculuğa uğurlamıştık. Bir gün Nişantaşı’na doğacak bebeğe -oğlumuz Sinan Taylan- biberon almaya çıkmıştık. Suat abla ile caddenin karşısında Rüçhan’la Ulaş’ı gördüğümüzde isimlerini haykırmamak için kendimi zor tutmuştum. İllegalitede idiler. Öylesine kalakalmıştım. Beni görmeleri için çaba sarf ederken bir el teması ile arkama baktığımda Hüseyin Cevahir’i gördüm. Onu kucaklamak için kollarına nasıl atıldığımı unutamam. Rüçhan ve Ulaş bir pastaneye girmişlerdi. Biz de arkalarından gitmek için Suat ablanın elinden tutup caddenin karşısına geçmeye çalışırken, Cevahir engellemişti. Bu engelleniş Suat ablanın hiç de hoşuna gitmemişti.

3-5 gün sonra radyodan Mahir’in ve diğer bir militanın, Kartal Maltepe’de bir çatışma sonrası, bir apartman dairesinde sıkıştırıldığı, Sibel isimli bir kızın rehin olarak ellerinde olduğu, diğer kişinin kimliğinin ise belirlenemediği açıklanmıştı. “Sibel Erkan olayı” karşı-devrimci bir propagandanın konusu olarak medyada başköşeyi tutmuştu. MİT, iki-üç gün önce Feriköy’de bir baskında yakalanan örgüt elemanlarına Mahir’in fiziğini tarif etmelerini istemiş, bu kişiler de emniyet görevlilerine Mahir’i korumak amacıyla bir tarif vermişlerdi. Açmazlıkla Hüseyin’in tarifini yapmışlardı. Korkunç bir tercih ve korkunç bir açmaz. Yakın binalardan birinden keskin nişancının nokta atışıyla Cevahir ağır yaralanmış, binaya girilişinde de taranarak öldürülmüştür. Bilindiği gibi Mahir de kargaşadan istifade ile binadan kaçmış, yeniden sıkıştırıldığı yerde, kalbine ateş ederek kendi canına kıymaya kalkmıştı. Mahir solak olduğu için atışı sektirince, ağır yaralı olarak yakalanmıştı.

256 sanıklı davanın iddianamesinde yer alan şu satırların ise kime ait olduğu bilinmektedir. Yaşadıkları-yaşattıkları bir sır perdesi olan bu zat Saros Vakfından nemalanırken hala sosyalizm adına söyleyecek laf bulabiliyor. Yerseniz!

T.C. Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığının, 28 Şubat 1973,sayı no:1973/1 dosyasında ki 241. sayfada aynen şunu yazar:

“… Saat 12.00 sıralarında güvenlik kuvvetlerince megafonla eylemcilere teslim olmaları istenmektedir. Bunun üzerine Mahir Çayan arkadaşlarını toplayarak “Bu olay Kartal-Maltepe olayının daha yüksek seviyedeki bir tekrarıdır. Bu olay sırasında Hüseyin Cevahir çok yiğit bir arkadaşımız olmasına rağmen bu kabil ihtarlar karşısında teslim olmak istemişti. Oysa bu onun bir zayıflığının ifadesiydi.”

Kızıldere’deki bu anlatımlar savcılığa Kızıldere katliamından sonra verilen ifade doğrultusunda yer almıştır. Bu ifadeyi veren zat samanlıkta sağ ele geçmişti. 12 Mart’ı anlatırken; sorulmayanları bile anlatanlar diye hep yazarım ya… İşte bir örnek daha. İşkencenin reçetesi yazılmaz. Sorulmayanlar da anlatılmaz.

Hüseyin Cevahir’i anlatmak sanırım Oktay’ın (Etiman) vazifesi. Daha doğrusu Mülkiyelilerin görevi. Bir ölüm yıldönümünde Tuğrul Eryılmaz’ın bir yazısını okumuştuk. Ne güzel anlatıyordu yazıda. “Onlar hala 20’li yaşlarda, ya biz…”

Nişantaşı’nda karşılaştığımızda Mete Has olayı olmuş, İsrail başkonsolosu kaçırılmamıştı. Daha öldürülmemişti. İsrail başkonsolosu Ephraim Elrom’un kaçırışı ve öldürülüşü kırılma noktası idi 12 Mart’ın.

Bir yığın soru işaretleri ile açılmamış bu sayfalar bir gün mutlaka açılacaktır. At izinin it izine karışması sanırım bu noktada başlamadı. Hava Yüzbaşı İlyas Aydın düğümünü çözmek ise bu adamı yakinen tanıyanlara, onunla yola çıkanlara düşer demek, bu perdeyi aralamak istemeyenlerin söylemidir. Öldürüldüğüne inanmak isteyenler olabilir. Bu tarih yazılırken, anlatılan masallara inanmamız istenebilir. Masal dinleyecek yaşların 0-6 yaş arası olduğunu unutmayalım. Sahil kasabalarında koloni halinde yaşayarak, Saros’dan nemalanarak, TV’lerde sosyalizm üzerine dersler vererek, bağımsızlığın ne olduğunu anlatmak da işte bu aymazlara, utanmaz-arlanmazlara düşüyor. Bu laflarım çok mu ağır geldi… Az bile…

Gaflet ve ihanet içinde olan kişiler kendilerini çok iyi bilir. MİT mensubu kişiler anılarında yavaş yavaş bu dönemi anlatmaya başladı. Bu yazılanların bir cevabı olmalı, bu adamların anılarında yazıp-çizdiklerini okumak hiç mi rahatsız etmiyor? Yoksa birileri onlara yeni bir misyon mu yükledi?

Hüseyin Cevahir yaşıyor olsa idi, sanırım Oktay (Etiman) gibi; susmayı bir protesto gibi yorumlayıp bu zavallılarla dalga geçerdi. Yoksa Oktay’ın tabiri ile” laga luga yapmayın” mı derdi?

“Ben aydınlık delisiyim
varsın hainleri gizlesinler
soğuk bir taş altında
dürüstçe yaşadım ben,
karşılığında
yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.”

José Marti

İlk kez Yeni Harman dergisinde yayınlanmıştır.

SimurgZine ilk yayın tarihi: 1 Haziran 2009 08:17