Deniz Gezmiş ve arkadaşları sokakları dol­duran ve bağıran onbinlerce üniversiteli veya işçi genç gibi toplumun köy ve gecekondu ke­siminden fakirlik, yoksulluk ve bin türlü dert ve çilenin içinden gelmişlerdir üniversiteye, fab­rikalara. Halen de aynı yerlerde dert ve çileyi çekmekte olan kimselerdir. Ayda 200 ilâ 300 li­ra ile üniversite muhitinde geçinmek, okumak sıkıntısındadırlar ve îdiler.

Dizlerinin dibindeki bazı arkadaşları bu pa­ranın birkaç mislini bir gecede harçlık edebili­yor. Kendisi sıkıntıda, anası, babası, akrabası ve yurtdaşları bu sıkıntının içinde mutsuz idi. Bir azınlık ise çok mutlu bir hayatın içindeydi. Mutsuzluk çok yaygın idi. İki grup vatandaş­ların yaşantısı arasındaki uçurum çok karan­lık ve deçin idi. Türk Toplumu iki ayrı âlem idi.

Ülkenin nimetleri sanki bir küçük grubun hakkı idi. Külfetlerinde geniş grubun borcu ve omuzlarının yükü.

Evet, sefalet içindeki geniş kitle ses çıkar­mıyordu. O halde kime ne idi. Kitle ses çıkar­mıyordu, bir tevekkülün içindeydi, ama bu acı­yı, bu zehiri içine ılık ılık akıtıyordu.

Ama, ülkede yaşayanlar yavaş yavaş uyanı­yor, Anayasamızın getirdiği imkânlar içinde sosyal teşekküller kuruluyor, elinden alın­mış haklan eşeliyor, insanca bir yaşantı isti­yordu.

Ülkenin üvey evlâdı olmadığını anlamak istiyordu. Almanya’ya gidiyordu, dünyayı gö­rüyordu. Ankara’da, İstanbul’da olanları denet­liyordu.

Anayasa, Devletimize sosyal hukuk Dev­leti niteliğini vermiş, sosyal Devletin fertleri­ne insan haysiyetine yaraşır geçim imkânları temini bakımından zaruri olan ihtiyaçlarının karşılanması görevinde olduğunu, sosyal adalet, ekonomik denge, sağlık ve eğitimde fırsat eşit­liği sağlanmasını istiyordu.

Ancak aradan seneler geçtiği halde bu gö­revlerin gerçekleştirileceğine dair bir adım ve bir işaret dahi yoktur.

Herkes dünyaya çile çekmek için değil bir iyi yaşama, bir mutluluk, hiçolmazsa insan hay­siyetine yaraşır bir yaşama seviyesi içinde ol­mak için gelmişti. Bunu temin için meşru yollardan çalışacak, gerektiğinde önüne çıkan en­geller ile de kavga edecekti. Bu onun en tabiî bir insanlık hakkı idi. Medenî ülkeler zama­nında bu kavgayı yapmışlar, işlerini yokma koymuşlardı. Meseleleri olanlar da bu kavga­nın içinde idiler.

Adı geçenlerle diğer üniversitelilerin üni­versiteye ait bazı sıkıntıları da vardı. Didiniyor, tırmanıyor, Hükümeti, görevlileri bir türlü me­selenin üzerine getiremiyorlardı. Herkes bir kötü geleneğin, bir kötü alışkanlığın sorumsuzlu­ğu ve adanısendeciliği içinde çıkarlarının esi­ri olarak kötü geleneklere devam ediyor­du.

(Sağdan ve soldan bunalanlar sosyal adalet, ekonomik denge, yaşama haysiyeti eğitim sıkıntılarına çare nidaları ile sokağa dökülü­verdi. Hükümet meselelerin üstüne çıkıp tat­min edici yolların içine girmesi gerekirken, bu sokaktaki insanların bir kısmını da yanı­na çekerek birbirine karşı koydu. Vatandaşı kendi meseleleriyle başbaşa ve karşı karşıya getirdi. Biribirlerini öldürmeye sevk etti. Kendisine haksızlık edildiği kanaati ile bir tarafta, silâhlı olan karşıdaki gibi silâhlandı. Olan oldu. Bir kısım gençlik çıldırdı. Bir gö­revlinin dediği gibi, bugün dahi bu çıldırma­nın beyinlerdeki rahatsızlığı devam etmekte­dir.

EMÎN PAKSÜT (Ankara) — Sayın Başkan, mademki muihalefet şerhi okutuyorsunuz, bu­nu lütfen anlayacak şekilde okutun. Çünkü kulağımıza parça parça öyle cümleler geldi ki, bunların adamakıllı tartışmasını yapaca­ğız. Onun için lütfen Meclisin anlayabileceği şekilde okutulmasını sağlamanızı rica ediyo­rum.

BAŞKAN — Teklifiniz karşısında müsaa­de ederseniz kaldığı yerden bendeniz okuyayım.

ÎSMET SEZGİN (Aydın) —Ne münasebet…

EMÎN PAKSÜT (Ankara) — Zahmet olmaz­sa,

BAŞKAN — Kaldığı yerden devam ediyo­ruz:

Bu sırada sebep ikinin başında bahsetti­ğim formül ile içten dıştan ideolojik maksat­lılar ağlarını bu çıldıran gençliğin üzerine attı ve yakalandı.

Bu delikanlılar bu badireye böyle itildi­ler. Gerçek kabahat nerededir, kimdedir?

Bu çocuklar nasıl bir nefis müdafaasının, nasıl yaygın bir davanın hangi noktasından meydana çıktılar, neyi savunmak nereye gel­diler.

Kafamı avcumun içine alıp düşünüyorum.

Bu delikanlıları idam edelim diyemiyo­rum.

Biliyorum, hepimiz biliyoruz. Üç kişinin ida­mı ile mesele halledilemez. Bugün bir genç grup ve bir halktan grub bu insanların kendi ıstı­raplarının kendilerinin müdafiîleri olduğuna inanıyorlar. Bu delikanlıların fakir halkın meseleleri için kendilerini ateşe attıklarına ina­nanlar var. -Bu dava büyür, bu yangın genişler. Bunları asmakla mesele bitmez. Meselelerimi­zin elbirliğiyle temeline innıekliğimiz gerek­mektedir. Cemiyetin diğer kesimi dahi bir gün bu insanları mâruz ve haklı görecektir.

Kabahati cemiyet nizamında, idarenin bo­zukluğunda görüyorum. İdamın infazına ka­bul diyemiyorum. Telâfisi mümkün olmayan bir karara evet diyemiyorum.

Sebep 3. Bu delikanlılara ve bunlan sa­vunmak isteyenlere ve gerçekçilere bir kısım insanlar komünist diye haykırıyorlar. Bu genç­ler aslında komünist değillerdir. (A.P. sırala­rından gürültüler)

BAŞKAN — Müdahale etmeyin efendim.

Buna benzer lâfları sıkıntılarından, öfke­lerinden etmektedirler. Yukarda sıkıntılarını da izah ettik.

Bu delikanlılar Amerikalıları kaçırdılar, fa­kat çağrıya uydular, en iyi muameleyi yaptı­lar, öldürmediler ve ailelerine iade ettiler, öl­dürebilirlerdi.

Bunlar polis öldürmek istemediler, mak­satları kendilerine bir taraf olarak hareket eden ve işkence ettiren Hükümete karşı bir uyarı olarak polis kulübesinin tabanına kur­şun sıktılar.

Bu insanlar bankalardaki paraları aldılar, soydular, ancak nefislerine kullanmak için de­ğil, banka kredileri yolsuzluğunu ve kitabına uydurularak yapılan soygunları protesto ve bu paraları içtimai ve idarî düzensizlikleri dü­zene koymak için soydular, müdafaaları bu paraları yemediklerine göre, aleyhte konuş­maya da kendimizi yetkili göremiyorum.

Hareketlerinde bir hunharlık, bir şenaat derecesi görülmemektedir. Bir siyasî atıfet gerekmektedir.

Muhalefetimin sebepleri bunlardır.

Arkadaşlarıma da tepkilerden sıyrılarak karar vermelerini diliyorum. Hürmetlerimle.

Mevlüt Ocakçıoğlu

BAŞKAN — Komisyon raporu ve muhale­fet şerhi okunmuştur. Tümü üzerinde söz alan sayın milletvekille­rinin isimlerini arz ediyorum.

EMİN PAKSÜT (Ankara) — Sayın Başkan,

BAŞKAN — Efendim buyurun.

EMİN PAKSÜT (Ankara) — Sayın Başkan, şimdi de Türk milleti adına verilmiş olan ka­rarın okunmasını rica ediyorum. Mahkeme ka­rarının okunmasını rica ediyorum. Bu muhale­fet şerhinden sonra Türk Milleti adına karar vermiş olan mahkemenin kararının okunmasını rica ediyorum.

BAŞKAN — Efendim, usule göre Komisyon raporunu okuyoruz. Müzakereyi onun üzerinde açıyoruz.

Sayin milletvekilleri, Sayın Adalet Komis­yonunun tetkikine arz edilen karar okunmuş, incelenmiş ve rapor bize bunun hülâsasını ge­tirmiş bulunmaktadır. Böyle bir teklifinizi teamül haline getirdiğimiz takdirde, 5 bin say­falık, 300 sayfalık, 400 sayfalık, bin sayfalık bir kararın Meclise getirilmesi gibi, bugüne kadar vaki olmayan bir usule gitmiş ve bir teamül yaratmış oluruz. Tahmin ederim ki, Millet Mec­lisi adına bu kararı ittihaz buyuran Adalet Komisyonunun sayın üyeleri, muhalefet şer­hini veren muhterem arkadaşımız da beraber olmak üzere, bu kararı okumuşlardır ve mutta­lidirler. Adınıza bu raporu getirmiş bulunu­yorlar. Müsaade ederseniz bunu okuyamayaca­ğım.

EMİN PAKSÜT (Ankara) — Sayın Başkan, bahse konu mesele şu: Muhalefet şerhinde olay­lar ve bağlantılar sanıyorum ki, Türk Milleti adına verilmiş kararı külliyen tahlil etmek gayreti gösteriyor. Bu mesele anlaşılsın, diye söylüyorum.

BAŞKAN — Tabiî, hassasiyetinizi takdir edi­yorum. Hassasiyetinizi takdir ediyorum; fa­kat bu konuya gitme imkânını bir teamül ola­rak yaratmak istemiyoruz efendim.

ÎSMET KAPISIZ (Yozgat) — Sonuç bölü­münün okunması mümkün değil mi Sayın Baş­kan?

BAŞKAN — Hayır efendim, «Tüm, sonuç, deliller, karar» diye ayıramayız efendim. Ada­let Komisyonumuz bu görevi ifa etmiştir.

Sayın Mehmet Ali Aybar, Sayın Celâl Kar­gılı, Sayın ibrahim öztürk, Sayın Hüseyin Ab-bas, Sayın Muammer Erten, Sayın Reşit Ülker, Sayın Turhan özgüner, Sayın Bülent Ecevit tü­mü üzerinde söz almış bulunmaktadırlar.

İlk söz…

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Sayın Başkan usul hakkında, söz istiyorum.

BAŞKAN — Usulü hallettik efendim. Tü­mü hakkında söz veriyorum bunun usulü nere­sinde efendim?

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Sayın ­Başkan, söz verilmeden bir hususu ifade etmek işitiyorum.

BAŞKAN — Hayır.

Sayın Nuri Eroğan, grub adına buyurun.

TURHAN ÖZGÜNER (îçel) — Sayın Baş­kan, söz hakkımın mahfuz tutulduğuna göre, Komisyon üyesi olarak bu sıraya tabi tutul­mam gerekir mi, bunu öğrenmek istiyorum.

BAŞKAN — Size söz vereceğiz efendim.

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Sayın Başkan, bendeniz usul bakımından söz rica ediyorum.

BAŞKAN — Vereceğim efendim. Yalnız gru­bun önceliği olduğunu kabul edersiniz.

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Sayın Başkan, usul bakımından bir tek noktada.

BAŞKAN — Buyurun yerinizden efendim, yardımcı olacaksınız buyurunuz.

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Efen­dim 924 tarihli Anayasamızın 26 ncı maddesi, bu konularda Yüce Meclise kararı hafifletmek, değiştirmek yetkisi veriyordu. O bakımdan ka­rar verilmeden önce, deliller üzerinde Yüce Mec­lisin ve Komisyonun etraflı bir şekilde tetki­kat yapması imkânı var idi. Şimdi, meri Anaya­samızın 64 ncü maddesi sadece infaz konusun­da bir yetki tanımaktadır.

BAŞKAN — Evet.

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Millet Meclisi, infazına veya infazın durdurulmasına karar verecektir.

BAŞKAN — Tamam.

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Neye göre karar verecektir? Memleket yararına gö­re. Devletin bütün arşivleri Hükümettedir. Hükümet burada; «Ben, son rözü Yüce Meclise bırakıyorum» şeklinde bir ifade ile kanaatini beyan etmekten istinkaf edemez, Memleket yaran nerededir? Ellerindeki mevcut Devlet arşivleriyle, cereyan eden olaylara göre, mem­leket menfaatinin bu idamların infazında mı, infazın durdurulmasında mı görmektedir? Bu­nu açıkça beyan etmelidir. Ondan sonra biz fikirlerimizi burada beyan etmek üzere ko­nuşabilelim.

BAŞKAN — Sayın Aybar.

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Biz Ma­hir Cayan’m nasıl kaçırıldığını dahi bilmiyo­ruz.

BAŞKAN — Sözünüzü kestim.

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Gaze­telerden okuduğumuzdan başka. Hükümet bu­rada açık açık söylemelidir.

BAŞKAN — Sayın Aybar, çok rica ederim, usul bakımından yardımcı olursunuz diye söz verdim. Hükümet her zaman söz alabilir. Bu, usulî bir yardım olmadı bana.

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Evet, bundan önce Hükümet bu olayları aydınlatsın, bunu rica ediyorum.

BAŞKAN — Sayın Aybar, rica ederim efen­dim, rica ederim.

ESAT KEMAL AYBAR ((Mardin) — Söz is­tedim vermediniz.

BAŞKAN — Hayır isteyemezsiniz. Çünkü, prosedürümüze uygun değil, oturduğunuz yer­den Hükümeti davet olmaz.

Sayın Nuri Eroğan, buyurun efendim.

ESAT KEMAL AYBAR (Mardin) — Söz is­tiyorum efendim.

BAŞKAN — Yazarım sıraya efendim.

D.P. GRUPU ADINA NURİ EROĞAN (İs­tanbul) — Sayın Başkan, sözlerime başlamadan evvel Yüksek müsaadenizle bir hususu öğren­mek İstiyorum.

Adalet Komisyonu raporunun son cümlesi­nin son ibaresi; «öncelik ve ivedilikle görüşül­mesi» tabirini ihtiva etmektedir. Komisyon Baş­kanı vermiş olduğu önergede, sadece öncelik talebettiğini, ivedilik talebetmediğini beyan et­mişlerdir. Bu dönüş, acaba bir telkinle mi ol­muştur, yoksa daha sonra mı ivedilik talebinde bulunacaktır? Konuşmamızı bu İstikamette yapacağımız için bilgi edinmek istiyorum. Bu hu­susu lütfederseniz memnun kalacağım.

BAŞKAN — Sayın Eroğan, öncelikle gün­deme alınmış bulunmaktadır. Raporu Genel Ku­rula okuttuk. Takdir buyurursunuz ki, tümü üzerinde müzakereler bitip, maddelere geçilmesi kararı alındıktan sonra ivedilik hususu da dü­şünülür. Başkanlığımız, Komisyonun tüm kara­rında yer almış bulunan ivedilik hususunu da, sırası geldiğinde nazarı itibara alacaktır. Bilgi olarak size arz ediyorum.

NURİ EROĞAN (Devamla) — Anlıyorum Sayın Başkanım, konuşmamı bu ibareler üzeri­ne bina edeceğimi beyan ettim. Şayet, ivedilik­le görüşülmeyecekse başka, ivedilikle görüşüle­cekse başka türlü konuşmak mecburiyetinde­yim. Çünkü, iki. defa konuşmak başka, bir defa konuşmak başka olacaktır. Ne ise geçiyorum.

BAŞKAN — Saym Eroğan, arz edemiyorum.

Maddelere geçildiği zaman ivedilik hususu na­zarı itibara alınacaktır. Genel Kurul belki müspet oy kullanmayacaktır. Şu. anda bunun tespiti mümkün değildir.

Devam buyurun.

NURİ EROĞAN (Devamla) — Sayın Baş­kan, Yüce Meclisin değerli üyeleri; Sözlerime başlamadan evvel D.P. Grubu adına Yüce Meclisi deıin saygı ile selâmlarım.

Sayın Başkan, uzun süreden beri Türk umu­mî efkârını meşgul eden, tedirgin eden olayla­rın sanıkları hakkında bugün son derece mü­him olan bir karar vereceğiz. Hadiselerin oluş tarzı, toplanan deliller ve mer’i kanunlara gö­re, mahkeme tahkikatını yaparak kararını ver­miş ve bu karar kesinleşmiştir. Buna hiç kimse­nin bir itirazı olamaz.

Şimdi, iş millî irade ve vicdana intikal et­miştir. Millî irade ve millî vicdanı sizler temsil etmektesiniz, parlamento temsil etmektedir. Evet, bugün Anayasanın 64 ncü maddesinin verdiği görevlerden birini yerine getireceğiz. Nedir bu görev? Mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesine karar vermek. Bu karar, iki şekilde tecelli edebilir. Ya, yaşları henüz 30’a gelmemiş üç kişinin ha­yatlarına son verilecek veya bunların hayatları bağışlanacaktır. Şüphe yok ki, bundaki ölçünüz, memleketin yüksek menfaati olacaktır. Ölüm cezası, çeşitli tartışmalara sebebolmuş­tur. Böyle bir ceza vermeye cemiyetin hakkı var mıdır? Cezadan maksat, bu yolla hâsıl olur mu? Daha buna benzer çeşitli sorular 18 nci asrın ilk yarısında Beccaria isminde 26 yaşında bir delikanlının yazdığı «suçlar ve cezalar» adlı eserden sonra insanlığın kafasını meşgul etmiş­tir. Beccaria’ya göre; gerek muhakeme tarzı, gerek verilen eezalar, insanlık şerefi ile bağdaş­tırılamaz. Bu insanî görüş, yavaş yavaş yayılmış ve neticede cezadaki tahkik sistemi insanileş­miş, cezalar insariıleşmiş, infaz insanileşmiştir, Gerek bu haykırış, gerek onu takibeden seslerin tesiri iledir ki, birçok memleketin ceza kanu­nundan ölüm cezası çıkarılmıştır. Beccaria’dan sonra gelen bir edip, onun «ceza âdil olmalıdır» prensibini şöyle savunmuştur:

Bir cezanın adilâne olması için, onun, maz­nunu suç işlemekten alıkoyacak dereceden daha şiddetli olmaması lâzımdır. Böyle olunca da ölüm cezasına cevaz verilemez. Esasen ölüm ce­zası, hiçbir hukukî esasa dayanmadığı gibi, ter­biyevî bir mahiyeti de yoktur. Hem, Allah’ın vermiş olduğu canı, cemiyetin almaya hakkı da yoktur.

Şüphe yok ki, bugün insanlık bir suçtan za­rar görenlerin, suçun failinden doğrudan doğ­ruya intikam aldıkları çağlardan, Devletin suç­luları ıslah ederek topluma kazandırma göre­vinin söz konusu olduğu çağlara gelmiştir ve ölüm cezası, bu tekâmül karşısında gerilemekte­dir. Elbette ki, bunda cezanın pek ağır oluşu, bünyesinde bir ıslah kavramı bulunmayışı ve ya­pılacak bir hata halinde telâfisinin mümkün ol­maması mühim rol oynamaktadır. Ve ceza ka­nunlarına baktığımızda görürüz ki, küçümsene­meyecek sayıda Devletlerin ceza kanunların­dan ölüm cezası çıkarılmıştır. Bir kısmında da ceza mevcudolduğu halde, tatbik edilmemekte­dir. Hele siyasî suçlar meselesinde bu hususta daha büyük bir titizlik gösterilmektedir.

Cromwell’den beri ingiltere’de bir tek siya­sî suçlu ölüm cezasına çarptırılmamıştır. Kana­atimiz odur ki, siyasî suçlarda ölüm cezasının tatbik edilmemesinde isabet vardır. Gerçekten siyasî suçlarda ölüm cezalan, huzuru sağlayama­dığı gibi, bu nevi cezalar, halk kitleleri arasın­da lehte ve aleyhte münakaşların devamına yol açmaktadır. Türlü siyasî fikir aykırılıklarına imkân veren demokrasilerde, bir kısım insan­ların hain saydığını, diğer bir kısım alkışlamaktadır. Tarihte bunun misalleri çoktur.

Şimdi, bu nazarî münakaşaları bir tarafa bırakarak meseleyi ele alalım.

Konuşmamızın başında belirttiğimiz üzere, Yüce Meclisin kararı iki şekilde tecelli edebile­cektir:

1.      Bunlar idam edilmelidirler.
2.      İdam edilmeleri caiz değildir.

1.      İdam edilmelidirler; çünkü, bu fiili iş­lemişlerdir. Deliller ortadadır. Bütün safhala­rı ile suç tekevvün etmiştir. Lâyık oldukları ce­zaya çarptırılmalıdırlar. Ceza, ibreti müessire olacaktır. Cemiyet, bozulan içtimaî nizamın ye­rine gelmesi hususunda duyduğu hıncı alacak­tır. Bu yola mütemayil olan kimselerin, bu yol­daki temayülü önlenecektir, ilâhir… Bu gibi se­beplerden dolayı bunların idamı lâzımdır.
2.      İdam edilmemelidirler, idam edilmeye­ceklerine ve idam olmadan cezaevinde kalacaklarına göre, ceza, yine ibreti müessire vasfını kazanacaktır. Cemiyet, hıncını yine almış ola­cak ve bozulan içtimaî nizam bu şekildeki ha­reketle yine yerine gelmiş olacaktır. Bu düşün­ce bizi af fikrine götürmektedir.

Af nedir? Felsefî ve sosyal manasiyle af, in­sanoğullarının hata yapabileceği; fakat affın da ilâhî bir hareket olduğu noktasında toplan­maktadır.

Türk hukuk lügatında af; bazı suçların, ge­nel menfaat icaplarından dolayı, unutturulmağı maksadıyle yapılan bir Devlet tasarrufudur ki, yapılmakta veya yapılacak olan takibin veyahut hüküm altında bulunanların cezasımn kaldırıl­ması neticesini verir. Şahsî haklara halel gelmemek üzere suçu takip ve mahkûmiyeti ortadan kaldırır.»

Bu tarifi dikkate aldığımızda bu hükümlü­ler hakkında bir affa varmak için, tarifin özünü teşkil eden «umumî menfaat» üzerinde durmak ve bunların aflannda bir «umumî menfaat var mıdır?» sorusuna cevap vermek ioabetmektedir.

Bu soruyu cevaplamadan evvel affın üzerin­de biraz daha duralım.

Evet, affetmek güzel bir şeydir, ulvî bir şey­dir, insanlığa ve büyüklüğe yaraşan bir şeydir. Hazreti Muhammet «Fazilet şudur ki, senden nefret edene sen bağlanasm, seni mahrum bırakana sen lütfü ihsanda bulunasm ve sana zul­metmiş olanı sen affedesin.» demiştir.

Görülüyor ki, af biraz da dinimizin icabıdır.

Bu konuda, bizlerden biri olan Atatürk’ün görüşüne bakalım: Atatürk diyor ki, «Medeni­yet demek af ve müsamaha demektir. Af ve mü­samahaya dayanmayan medeniyet ceberuta dayanan bir medeniyettir ki, çöker.»

Bu görüşünün çok güzel bir misalini ölümün­den kısa bir süre önce kemali ile vermiştir. 23 Mayıs 1938 günü Başvekilini çağırmış, Ka­rarlar Müdürlüğünün 6/2171 sayılı yazısı ile Türkiye Büyük Millet Meclisine gönderdiği lâ­yihada 150’liklerin affını istemişlerdir. Bu ka­nunun müzakeresi sırasında konuşan Durak Sa­karya şöyle söylüyor: «Cumhuriyetin kimseden korkusu yoktur. Dalâlete sapanlara kahrı çok büyüktür; fakat, şefkat ve merhametiyle o nis­bette büyüktür.»

Evet, Atatürk, 150’likleri bile affetmiştir. Ancak, Durak Sakarya’nın dediği gibi, Ata­türk’ün dalâlete sapanlara kahrı da çok büyük olmuştur.

Bu görüşümüzü teyit eden bir kanunu zik­retmemize müsaadenizi rica edeceğim.

31 Mart 1341, yani 1925 tarih ve 595 sayılı Kanun: «Hali harpte, yahut müsellâhan ve müetemian isyan vukuunda sahayı harekât ve isyandaki idarei örfiye mıntıkalarında müte­şekkil bilumum divanı harplerden sâdır olan idam kararları ordu veya kolordu veyahut müs­takil fırka veya mevkii müstahkem kumandan­ları tarafından badettasdik derhal infaz olu­nur.»

Görülüyor ki, Meclisin tasdikine gelmeden kumandanların emirleriyle bu hükümler infaz edilmektedir.

Bir misal daha verelim. 2884 sayılı 1935 yı­lında çıkarılmış Tunceli Vilâyet idaresi hakkın­da Kanunun 33 ncü maddesi: «îdam hükümle­rinin vali ve kumandan tarafından tecile lüzum görülmediği takdirde infazı emrolunur.»

Muhterem milletvekilleri, görülüyor ki, bü­yük insan, kan dökmekten nefret eden büyük adam, rejim ve milletin varlığı bahis konusu olunca nasıl sert ve şedittir. Rejimi sağlam te­mellerde oturttuğunu gördükten sonra 150’lik­leri, vatan hainlerini affetmiştir. Bu misaller gösteriyor ki, rejim bahis konusu olunca mesele­ye bakış başka oluyor.

Büyük devlet adamı Guizot diyor ki, «Siya­si suçlarda ölüm cezasında iktidarın aradığı şey adalet değil, sadece kendi emniyetidir.»

Soruyorum, bugün vereceğimiz bir karar­la, idam kararını «iktidarın emniyetini sağla­yacağız» diye mi vereceğiz? Bu bir rejim mese­lesi mi, yoksa Türklüğün bekası meselesi mi­dir?

Dosyalar tetkik edildiğinde görülecektir ki, bunlarda bir nedamet hissi de bahis mevzuu de­ğildir. Bunlar, tuttukları yolda sonuna kadar gitmeye kararlıdırlar. Eğer nedamet hissi ol­saydı, o zaman sizlere, kullanacağınız oylar hakkında söyleyecek başka sözlerim olacaktır.

İzmir suikastının elebaşlarmdan Ziya Hur­şit, karşısına getirildiği zaman Atatürk sorar: «Seni serbest bırakırsam gene aynı yolda gide­cek misin?» Çekinmeden, gözünü kırpmadan Ziya Hurşit «Evet» cevabını verince artık asıl­masına mümanaat etmemiştir, Mustafa Kemal. Çünkü, bir rejim bahis mevzuudur, çünkü, bir beka mevzubahistir, Türk Devleti yok olma veya var olma meselesi ile karşı karşıyadır.

İdam cezalarının ilk aleyhtarlığı büyük insan B’ecearia, «ölüm cezasının zaruri olduğu ahvalde mevcut olduğunu» söylüyor ve diyor ki, «Birincisi isyan halidir. Bu zamanda milletin topyekûn hürriyetini kazanması veya kaybet­mesi mevzubahistir, ikincisi, kanunların yerini kargaşalık ve nizamsızlık aldığı ahvalde mille­tin huzur ve sükûnunu bozmakta âmil olabile­cek kudret ve münasebetlerde malik olduğu re­jim için tehlikeli ihtilallere yol açabilecek du­rumda bulunduğu surette vatandaşa ölüm ce­zası vermek bir zarurettir.»

Muhterem arkadaşlar, bunların hareketleri bu seviyede midir? Yani, bir rejim değişikliği mi istemektedirler, sadece. Bir siyasi suç mu­dur?

Malûm olduğu üzere siyasi suç, mevcut re­jimi beğenmemek, onun yerine bir başka rejimi getirmek demektir. Bunların yapmak istedik­leri bu mudur, yoksa Türk Milletini, 16 ncı son müsltakil Türk Devletini yok etme kararında mıdırlar?

Eğer, bunlar sadece bir «rejim değişikliği» istiyor idiyseler, o zaman bunları affetmek mümkün olabilirdi. Ancak, onlar bir milleti öl­dürmek kastıyla hareket etmektedirler. Bu, bir kin, nefret, intikam hissinin tezahürü değildir; bu, bir vatan kurtarma mücadelesidir. Rejim davası, her şeyden ovvel bir inanış davası oldu­ğuna ve insanların, rejimi, ne pahasına olursa olsun, müdafaa etmeleri lâzım geldiğine göre, vereceğimiz karar tebeyyün etmiştir.

Denecektir ki, bu gençler bu hale kendilik­lerinden gelmemiştir. Doğru, bunları bu hale getirenlerin sorumlulukları şüphesiz vardır. Mesullerin vurdum duymazlıkları kabili af de­ğildir. Ancak, şu da bir gerçektir ki, bir reji­min icaplarını yerine getirmeyen kişilerin tutu­mu dikkate alınarak rejim değiştirilemez. Hem bu, bir rejim meselesi olmaktan çok öteye bir meseledir. Mesele, Parlamento – rejim meselesi değil topyekûn Türklüğün varlığı meselesidir.

Bu arada, Almanya’dan Genel Başkanımıza gönderilmiş bir mektuptan müsaadenizle 1-2 satır okuyacağım. Bir çok imza bulunan bu mektupta şöyle deniliyor: «Bu mudur, hara­retle beklemiş olduğumuz devlet adamı nam­zetleri? Devlet üniversitesinde okuyanlar ted­risatlarında devleti yıkmayı mı öğreniyorlar? Ama, yine kabahat onların değil, kabahat, başta vurdum duymazlıktadır.»

Muhterem arkadaşlar, Almanya’dan Türk işçilerinden gelen bir ses; «Devletin yıkılması­na müsaade edecek misiniz» diyor. Bunu, vere­ceğiniz oylarla tespit edeceksiniz.

Aziz arkadaşlar, her karış toprağı aziz şe­hitlerimizin mübarek kanı ile sulanmış bu ülke, Türklük aleminin baş düşmanına teslim edile­mez. Ona teslime müncer her teşebbüs, her dü­şünce görüldüğü yerde ezilmelidir. Zannetme­meme rağmen, şayet bu melunların hayatları­nın bağışlanması yolunda el kaldıracak olanlar bulunursa, bunlar bilsinler ki; tarih, bu ellerin sahiplerini son müstakil Türk Devletini yok et­meye matuf olarak kabul edecek ve Türklük onları hiç bir zaman affetmeyecektir.

Muhterem arkadaşlar sözlerimi bitirirken bu şerirleri yakalayan ve bundan sonrakileri yakalayacak olan Millî Emniyet, Örfi idare ve Emniyet Kuvvetlerine teşekkürlerimi bildi­rir, bunların arkasındakilerin de en kısa za­manda yakalanmalarını temenni eder, cümleni­zi Grubum adına tekrar saygıyla selâmlarım.

(DP Sıralarından alkışlar)

BAŞKAN — Sayın Mehmet Ali Aybar, bu­yurunuz.

MEHMET ALİ AYBAR (İstanbul) — Sayın Başkan, sayın milletvekilleri;

Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan hakkındaki kesinleşmiş ölüm cezalarının yerine getirilmesi, ya da getirilmemesini Yüce Meclis bugün karara bağlayacaktır. Bu kararı her birimiz vicdanlarımızla başbaşa ve tarihî sorumlu­luğumuzun tam idraki içinde vereceğiz.

Adı geçen gençler Türkiye Cumhuriyeti Teş­kilâtı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını ilgaya ve bu kanunla teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan mene cebren teşebbüsten ve sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahak­kümünü tesis etmeye tevessül eylemekten ölüm cezasına çarptırılmışlardır.

Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının işledikleri fiiller adam kaçırma ve alıkoyma, banka soygu­nu, güvenlik kuvvetlerine karşı silâh kullanma, otomobil çalma gibi ağır suçlardır. Ancak, bunların siyasî suç niteliğinde oldukları da muhak­kaktır.

Siyasî suçlar adi suçlardan ayrılırlar, önce suçluların ahlâkî redaet içinde bulunmamaları bakımından ayırt edilirler. Suçun maddî un­surları adi suç niteliğinde olsa bile siyasî suçlu bu fiilleri siyasî maksatla işlemiştir, suçluluk duygusu içinde değildir. Böylece bazı ceza hu­kuku müellifleri siyasî suçların adi suçlardan takibedilen hedef bakımından ayrıldığını ileri sürerler. Bazıları ise objektif ölçüler kullanarak söz konusu fiilin münhasıran kamu düzeni un­surlarından birini esaslı biçimde bozma ve onun temel müesseselerini kanun dışı yollardan zorla değiştirme niteliğinde olup olmadığına bakar­lar. Kamu düzeni unsurlarından birini bozan ve onun temel kuruluşlarım kanun dışı yollardan değiştiren ya da değiştirmeye teşebbüs eden fi­illeri objektif olarak siyasî suç sayarlar.

Fransız mahkemelerinin içtihatları bu mer­kezdedir. Buna karşılık İtalya’da psikolojik un­sura ağırlık verildiği görülür. 1921 tarihli Fer­ri projesine göre «Ağır basan eleman psikolojik elemandır, sanığın suçu işlemekteki maksadıdır. Politik nedenlerle işlenen suçlar siyasî suç sayı­lır.

Soruna ister birinci, ister ikinci görüşü be­nimseyerek eğilelim, siyasî suçların adi suçlar­dan ayrıldığı, ayrı bir kategori teşkil ettiği mu­hakkaktır. Ve bu ayırıma dayanan bir kısım mü­ellifler siyasî suçlunun ahlâkî redaet içinde bu­lunmaması ve topluma, insanların daha mutlu olacaklarına inandığı, başka bir düzen vermek istemesi nedeniyle, bunlara verilecek cezaların daha hafif olmasını ve infaz sisteminin bunlar hakkında daha yumuşak bulunmasını önermektedirler.

Totaliter rejimlerin, görüşlerinden yararlandığı bir kısım müellifler de siyasî suçun topluma karşı işlendiğini, kişileri hedef alan suçlardan daha ağır olduğunu iddia etmekte ve ağır müeyyidelerle karşılanmasını istemektedirler.

Doktrinde durum bu. Uygulamada da şöyle bir manzara görülüyor: Otoriter ve totaliter rejimler siyasî suça karşı amansız davranıyorlar, siyasî suçlar hakkında en ağır, en insafsız cezaları uyguluyorlar. Demokrasilerde ise, siyasî suça karşı daha anlayışla hareket edildiği görülüyor. İtalya ile Almanya, tarihlerinin belirli dönemlerinde siyasî suç hakkında ileri sürülen bu iki karşıt görüşün her ikisini de uygulamışlardır. Mussolini ve Hitler’in bu ülkelerde hüküm sürdükleri dönemlerde siyasî suçlar en ağır cezalara çarpılmış, bu cezalar en ağır koşullarda uygulanmıştır. Bu iki ülkede demokrasinin kurulmasıyle durum değişmiş, ölüm cezalan kaldırılmıştır. İtalya’da, sadece savaş zamanında ve düşmanla işbirliği suçu gibi vatana hıyanet fiilleri hakkında ölüm cezasının uygulanabileceği kabul edilmiştir. Federal Almanya’da, savaş zamanı için ve vatana hıyanet suçu hakkında bile ölüm cezası tanınmamıştır.

Sayfa 1 Sayfa 2 Sayfa 3 Sayfa 4 Sayfa 5 Sayfa 6 Sayfa 7 Sayfa 8 Sayfa 9 Sayfa 10 Sayfa 11 Sayfa 12 Sayfa 13 Sayfa 14