HÜSAMETTİN BAŞER (Nevşehir) — Müspet kullanacaklar.

CELÂL KARGILI (Devamla) — Sayın mil­letvekilleri, bunların haricinde bugün Türki­ye’den ve dünyanın birçok yerinden çok sayıda şahıs, Türk Ceza Kanunundan idamların kal­dırılması ve infazların yerine getirilmemesi hu­susunda Parlamentoya başvurmuşlardır.

Kesin inancımız odur ki, artık bizler, bü­tün bunları nazarı itibara alarak bu konudaki siyası tutumumuzu bu davranışlar paralelinde ayarlamalıyız. Bu, bizim için en azından bir giyasî ödev sayılmalıdır.

Değerli arkadaşlarım, inanmadığımız, be­ğenmediğimiz, karşıt olduğumuz fikirler ola­bilir; ama bu fikirleri yenmek ve bu fikirlere galip gelmek «Kahrolsun komünizm, komünist­lere ölüm» sloganlarıyla asla mümkün değil­dir…

SELÂHATTİN KILIÇ (Adana) — Bunu onlara söyle.

CELÂL KARGILI (Devamla) — Şayet be­ğenmediğimiz fikirlerin sahipleri kendi inanç­ları uğruna istikballerini, kellelerini ve ailele­rini ortaya koyuyor, biz bunlara karşı sadece maaşlarımızı, mesailerimizi ve aklın doğrul­tusundaki davranışlarımızı ortaya koyaımıyor­sak, istediğimiz kadar «Komünistlere ölüm, kahrolsun komünizm» diye bağıralım, beğenmediğimiz fikir ve eylemleri tesirsiz hale getir­meye gücümüz yetmeyecektir.

Sayın milletvekilleri, işte bu nedenle, ko­ruduğu nizamın sağlamlığına güvenen Atatürk, suçlan ve hüviyetleri belli «150 1er» in dahi ida­mını istememiş ve onları yurt dışı ettirmekle iktifa etmiştir.

İşte bu nedenle, Fransız Milletinin itimat ve sevgisine mazhar olan General Degaulle, ida­resine karşı isyan bayrağını çekmiş, pek çok in­sanın hayatına malolmuş ve anavatanı işgale kalkışmış Fransız generallerinin dahi idamına rıza göstermemiştir.

İşte bu nedenle, Sayın inönü, Sayın Gü­müşpala ve Sayın Ekrem Alican, bir zamanlar Millî Birlik Komitesine yazdıkları bir mektup­la idamların infazlarına karşı olduklarını açık­lamışlardı.

İşte bu nedenle, Lamartin, 4 Kasım 1848’de Meclis kürsüsünden şöyle konuşmuştu: «ölüm cezası nedir? ölüm cezası; barbarlığın ebedî ve özel bir rejimidir. Nerede M, ölüm cezası uygulanır, orada barbarlık egemendir. Nerede ki, ölüm cezası nadirdir, orada uygarlık ege­mendir.»

İşte bu nedenledir ki, bugün dünyada bir­çok ülke, ceza kanunlarından ya bu cezaları çıkarmışlar ya da bu cezaları uygulanmaz hale getirmişlerdir.

İşte bu nedenledir ki, Birleşmiş Milletlerde bu cezaların kaldırılması yolunda bugün çalışmalar yapılmaktadır.

İşte bu nedenledir ki, insan HaMan Ev­rensel Bildirisinin 3 ncü ve 5 nci maddelerinde; herkesin yaşama, özgürlük ve güvenlik hakları­nın korunduğu ve kimsenin, işkenceye, alçaltı­cı insanlık dışı ve zalimane bir cezaya veya muameleye uyruk tutulamayacağı belirtilmiştir.

İşte bu nedenledir ki, Anayasamızın 14 ncü maddesinde, herkesin yaşama hakkına sahibolduğu hükme bağlanmış ve 11 nci maddesinde de kanunun, temel ve özgürlük özüne dokunamayacağı hususu yer almış bulunmaktadır; fakat bunlara rağmen Anayasamızın 64 ncü maddesi büyük bir talihsizlik eseri olarak bu maddelere ters düşmüş durumdadır.

İşte bu nedenledir ki, Devlet adamı Guizot, «Siyasî bir infazdan sonra amme sükûnunun da­ha iyi teminat altına alındığına, hükümetin kendini daha emniyette hissettiğine hiç kimse inanmamaktadır, bilâkis kuvvete ve cemiye­tin geleceğine az itimat etmektedir. Hükümet infaz eder, halk görür; fakat her ikisi de bir şey kazandığına inanmamaktadır» demiştir.

Sayın milletvekilleri, kesin inancım odur ki; bir zamanların işkence cezalan günümüzde nasıl silinip gitmişse, bir gün gelecek, günü­müzdeki ölüm cezaları da silinip yok olacaktır.

Cezanın açıkça infazından utanarak onu gizlice infaz edenler, giderek onu tümden kal­dırmaya zorunlu kalacaklardır.

Değerli arkadaşlarım, bugün haklarında idam cezası verilen bu 3 şahıs ve mahkemeler­ce haklarında idam cezası istenen nice gençler, acaba kendilerini darağacına götürecek eylem­lere niçin girmişler, niçin katılmışlardır? Bu gençler, acaba hangi duyguların, hangi arzu­ların, hangi reaksiyoner etkilerin neticesinde bir daha ebediyen konuşamamak üzere boğazla­nma geçirilecek ipe boyunlarını nasıl uzatmış­lardır? Bu gençler ilk defa hangi sloganları savunuyorlardı, ilk defa neler söylüyorlardı, sonra neler söylemeye, hangi sloganlan savun­maya başlamışlardır?

Yüreklerindeki inançlan uğruna, ikballerini, ailelerini ve dostlarını terk ederek kellelerini, gözlerini kırpmadan ipe verecek kadar cesaret taşıyan bu gençlerin, bu güç, cesaret ve ener­jilerinin Türkiye’nin gerçek kalkıma modeli paralelinde kanalize olması için kimse gayret göstermiş miydi; bunların üzerinde duracağız.

Türkiye’nin çıkarları aleyhinde (türlü orga­nize güçlerin) gençliği ve gençlik hareketleri­ni kendi amaç ve hevesleri uğruna bir vasıta olarak kullanmak isteyenlere karşı fahrî olarak mücadele açan kimseler var mıydı?

BAŞKAN — Sayın Kargılı, 20 dakikalık süreniz doldu; daha ne kadar devam edecek?

CELÂL KARGILI (Devamla) — Bitiriyo­rum efendim.

Sayın milletvekilleri, görevliler ve sorum­lular türlü politik kaprislerden kurtularak, bu konuda üzerlerime düşen görevi tam olarak ye­rine getirmişler miydi? Bu gençler, bir yandan bu organize güçlere vasıta olmamak, öte yan­dan ülkemizin temel sorunlarının çözümtenme­si uğrunda mücadele verirlerken yine bu or­ganize güçlerce nasıl birbirlerinıe düşman kar­deşler ilân edilmişlerdi; nasıl birbirlerine silâh çekmişlerdi; nasıl birbirlerini kurşunlamışlar­dı ve bu kargaşalıktan yararlanan bâzı kimse­ler nasıl arabalarını dağdan aşırmışlardı?

Sayın milletvekilleri, işte bütün bu bahsettikleriniz gözlerimizin önünde cereyan ediyordu. Bütün bu bahsettiklerimiz gözlerimizin önünde cereyan ederken bizler, bırakınız bu gençlerle meşgul olmayı, bize 1961 Anayasası­nın emrettiği, parlamenterlikle bağdaşmayan işler hakkındaki kanunu dahi Meclisten çıkartmamakta inat ediyorduk. Bu nedenle de bu gençlerin sorunlanyla ilgilenmeye, bu gençlerin söyledikleriyle alâkadar olmaya vaktimiz yoktu. Çünkü biz bir yandan parlamenterlik görevi, öte yandan da özel işlerimizi takibetmekten zaten başımızı kaşıyacak zaman bulamıyorduk. Bir de gençlerle uğraşmamız için bizden zaman isteniyordu. Bizim gibi, onların hocaları, profesörleri de, bu gençlerin sorunlanyla uğraşmak yerine, öğretim görevliliği haricindeki vakitlerini, açtıkları veya çalıştıkları özel muayenehane, özel hastane, özel dershane, özel okul, özel yazıhane ve özel bürolarda değerlendirmekte idiler…

AHMET ÇAKMAK (Bolu) — Başkan, dinliyor musun dinliyor musun?

GÜNGÖR HUN (Sakarya) — Ve bu adam da bu Meclisin üyesi…

CELÂL KARGILI (Devamla) — O günlerde vurguncular, soyguncular, sömürücüler, te­feciler, karaborsacılar, kaçakçılar ise bulanık suda balık avlamanın tadını çıkarmaktaydılar.

Şellefyanlar dışan kaçmakta, Planlamanın proje tahsisleri, banka kredileri nüfuzlu eşe ­dosta, yarene peşkeş çekilmekteydi. Bu gaf­letten yararlanan organize güçler ise, kabına sığmayan taşkın bir nehir gibi gürlemekte olan gençliğin üzerine ağlarını atmanın stratejisini çizmekteydiler.

Sayın milletvekilleri, genç hareketler tıpkı bir nehir gibidir. Akan bir nehrin yatağı te­mizlenir, önü açılırsa bu nehirden herkes is­tifade eder; fakat nehirle alâkadar olunmaz, ne­hir kendi haline bırakılacak olursa o zaman da nehir ya kendi yatağını doldurarak taşkın ha­le gelecek ve size zararlı olacak yahut başkaları bu nehrin yatağını değiştirerek sizin bu ne­hirden yararlanmanıza engel olacaktır.

Siz çocuğunuzla alâkadar olursanız, onun sorunlanyla ilgilenir, sorunlarına çözüm yolu ararsanız çocuğunuz elbette problemli bir ço­cuk olmaktan kurtulacak, sizi ve çevresini rahatsız eden bir kimse olmayacaktır; fakat siz çocuğunuzla meşgul olmaz, onu kendi haline bırakır, ona zamanınızı ayıramazsanız o ço­cuğun suçluluğundan elbette siz de sorumlusu­nuzdur.

Sayın milletvekilleri, bugün Parlamento­nun ve Hükümetin gerçekleşmesini arzu et­tiği ve Parlamento gündemini dolduran, Tür­kiye’nin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel tüm sorunların hallinin gerçekleşmesi arzusu, dün bu gençlerin ağzında dilden düşmeyen bi­rer slogan idi.

Şimdi Parlamentonun ve Hükümetin tek amacı, yıllar önce bu gençlerin savundukları ve «Temel sorun» olarak kabul edip hallinin gerçekleştirilmesini istedikleri bu sosyal,, siya­sal, ekonomik ve kültürel sorunları hallsdici tedbirleri gerçekleştirmek için bizler bendi­mizi, gecemizi – gündüzümüzü birbirine katmak mecburiyetinde hissetmiş vaziyetteyiz.

Muhterem arkadaşlar, dün bu gençler -kulaklarınızı düne çevirin- ne diyorlardı ve dün bu gençler konuştuğu zaman günümüzün Başbakanı Saym Nihat Erim, şu kulislerden dinlediğim, yaptığı konuşmasında bu gençleri göklere çıkartarak nasıl methediyordu. Dün Cumhurbaşkanından tutunuz, parti liderleri­nin tümüne kadar, bu gençlerin eylemlerinden göğsü karararak, iftihar ediyoruz gençlerimiz­le diye sayfa sayfa gazetelere beyanlar veriliyordu. İşte biz, o «Dün» den bahsediyoruz ve o «Dün» deki gençlerin seslerine kulak veriniz diyoruz. Ne demişlerdi o «Dün» bu gençler, ne diyorlardı, bugün nereye getirildiler, ne di­yorlar?..

Dün bu gençler hangi sloganları bağırıyor, hangi sloganları savunuyorlardı; birer birer hatırlayalım arkadaşlar. Yıllarca önce bu gençler, toprak reformu yapılsın diyorlardı, madenler devletleştirilsin, eğitim reformu ger­çekleştirilişin, özel okullar devletleştirilsin, petrollerimiz millîleştirilsin, yabancı sermaye­den armalım, vergi kaçakçılığı önlensin, sömü­rüye, kaçakçılığa, vurgunculuğa tefeciliğe son verilsin, sağlık hizmetleri sosyalleştirilsin, dış ticaret sömürüsüne son verilsin ve devam ediyor.

Şimdi Parlâmento olarak biz özel okulları devletleştirdik; ama özel okullar devletleşsin diye kendi istikbalini hattâ canını feda eden hiçbir genç özel okulların devletleşmesinden yararlanmıyor bugün, onun kardeşi yararlan­mıyor özel okulların devletleşmesinden. Onun annesinden, babasından gelen her hangi bir evlât da yararlanmıyor. Belki aranızda sizle­rin çocukları yararlanıyor, sizlerin arkadaşla­rınızın, sizlerin akrabalarınızın çocukları yararlanıyor.

Dün, toprak reformu yapılsın diyen bu genç­ler, bugün istikballerini, hayatlarım kaybet­miş vaziyetteler, ama toprak reformunun ya­pılmasından…

BAŞKAN — Sayın Kargılı, rica etsem, sonuçlandırmanız efendim.

CELÂL KARGILI (Devamla) — Eğer Sa­yın Genel Kurul 5 dakika müsaade ederse, 6 dakika değil, yüreğimde kalmasın. Bu bakım­dan…

BAŞKAN — Bir cümle ile ifade etseniz yü­reğinizde kalmasın.

AHMET BULDANLI (Muğla) — Ne alâka­sı var?

CELÂL KARGILI (Devamla) — Arkadaş­larım, toparlıyorum.

HÜSAMETTİN BAŞER (Nevşehir) — Alâ­kası yok.

CELÂL KARGILI (Devamla) — Yanlış bir şey söylediğimi zannetmiyorum. Hep söylediğim…

BAŞKAN — Devam buyurun efendim.

CELÂL KARGILI (Devamla) — Değerli arkadaşlarım, biz bu gençlerin – bu 3 gencin ­infazıyla ilgili gelmiş olan bu mesele üzerinde görüşümüzü ve reyimizi arz ederken elimizi vicdanlara ve elimizi başımızın arasına alarak aklımıza hitabedelim.

Muhterem arkadaşlar, biz bu gençleri idam ederiz, elimizde hiç bir şey kazanç kalmaz. Eğer Türkiye’de, Sayın Başbakanın da ifade edip bugüne kadar açıklamadığı gibi, gerçek­ten birtakım organize güçler Türk Cumhuriye­tinin, Türk geleceğinin, Türk Devletinin bekasına göz dikmiş, bunu parçalamayı arzu ediyorlarsa, biz 3 – 5 tane genci idam cezasına götürüp infaz ettirmekle Türkiye’nin çıkarları yönünden bir şey kazanamayız. Kazanamayız ama, belki birtakım şeyler kaybederiz. Belki bunların idamından birtakım perde arkasında­ki organize güçler bir birikim yaptırarak kendi kirli emellerine bir adım daha atmış olacaklar­dır.

Eğer biz, perde arkasında bekleyen bu kir­li organize güçlerin amellerine hizmet etmek ve atılan yemlerle Türkiye çapında hüsnüniyetli vatandaşın, acıma duygusu bulunan vatanda­şın ve Türk Milletinin af duygusunun çok de­rim izleri bulunan bir millet olmasını düşüne­rek, perde arkasındaki esas suçlulara fırsat vermek istemiyorsak, vicdanımızı ve aklımızı daha çok düşünerek oy kullanmalıyız.

Değerli arkadaşlarım, evet, bu insanlar bir­takım olaylara girmişlerdir, ama size söylüyo­rum…

AHMET MUKADDER ÇİLOĞLU (Burdur) — Kim onlar?

CELÂL KARGILI (Devamla) — Muhterem arkadaşlar, bugün bir insan kanser olabilir, bugün bir insan kolera da olabilir…

BAŞKAN — Sayın Kargılı, yine uzatma­yın, son cümlenizi söyleyin.

BÜLENT ECEVİT (Zonguldak) — Yazılı değil, konuşuyor efendim.

BAŞKAN — Yazılı konuşmasını 20 dakika­da bitirdi. Siz muhaberemizi bilmiyorsunuz, 20 dakikayı yazılı olarak bitirdi, 5 dakika rica etti, daha 5 dakika…

CELÂL KARGILI (Devamla) — Bitiyor, toparlıyorum efendim.

BAŞKAN — Buyurun.

CELÂL KARGILI (Devamla) — Bir insan sâri bir hastalığa tutulabilir, ülkenin bütün mil­lî menfaatlerini tehlikeye sokabilir, ama biz insan sâri hastalığa tutuldu diye boğazına ip geçirip, bu sâri hastalığı önleme yoluna gitmi­yoruz. 10 binlerce lira verip o hastalığı teda­vi etme yoluna gidiyoruz.

Bir şoför, bir kaptan, bir pilot içerisinde çok kıymetli insanların bulunduğu bir taşıtı götürürken, kendi hatası yüzünden o kıymet­li insanların kazaen dünyadan göçmesine sebeboluyor. Onları alıp kurşuna dizmiyoruz, kazaen gitti diye sadece birkaç yıllık hapisle bunları bırakıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, ben bütün meseleyi geniş ve çok yönlü açısıyla her noktadan bir nebze alarak huzurunuza getirmek istedim. Tekrar ediyorum ki, bu 3 şahsın idamlarının infazında eğer Türkiye’nin siyasal, sosyal, eko­nomik ve Mltürel çıkarlarını görüyor ve bu 3 şahsın idamıyle Türkiye’de çok büyük mese­lelerin hallolacağına inanıyorsanız, oylarınızı bu infazın lehinde kullanınız, ama biraz evvel önerdiğim gübi, Türk siyasî hayatına kısasa kısas ve kan gütme meselesinin sokulmasını is­temiyor, perde arkasında duran insanlara fır­sat verip, bunları yem olarak kullanarak bun­ların sırtından kendi kirli amellerine çalışma olanağı sağlamak istemiyorsanız, bu gençlerin idamının infazına oy vermeyiniz.

Yüce Meclise saygılar sunarım.

BAŞKAN — Söz sırası Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına Sayın Necdet Uğur’da, bu­yurun efendim.

CUMHURİYET HALK PARTİSİ GRUBU ADINA NECDET UĞUR (İstanbul) — Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım;

Bugün Yüce Meclisimiz, bir seneden beri içimde bulunduğumuz olağanüstü koşullar ba­kımından önemli olan, bu koşulların ortaya çıktığı dönemin en bellibaşlı olay yaratıcıların­dan bulunan ve ıçok daha önemlisi, asıl bundan sonra önemli olabilmesi çok muhtemel olan bir karar üzerinde görüşüyoruz.

Bu konuda bizim söz alma ihtiyacımız, geçmişten ve bugünden daha çok, gelecekten duyduğumuz bâzı kuşkular ve geleceğe doğru bakışımızdaki değişik açıdandır. Meselenin üzerine doğrudan doğruya eğilmeden evvel, neyi konuşduğumuzu çok açık bir şekilde belirtmekte fayda vardır.

Bir süreden beri yapılan konuşmalara ba­kınca, sanılıyor ki, Yüce Meclis bu anda, adı geçen 3 kişinin affını konuşmaktadır. Oysa, Yüce Mecliste bu anda, «bu 3 kişinin suçlu mu­dur, değiller midir?» Bunun tartışmasını yap­mıyoruz. Daha; «bunlar suçlulardır ama, bun­ların cezalarını bağışlayalım,» bunun da tartış­masını yapmıyoruz. Yüce Meclisin bu anda üzerinde durduğu konu, mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilip ge­tirilmemesi konusudur, ölüm cezası yerine ge­tirilmediği takdirde olacak olan nedir? bu ki­şilerin cezaları devam eder, mahkûmiyetleri devam eder, yerine getirilmemiş olur. Sonu­na kadar bunlar yaptıklarına karşı mahkemeler­ce verilmiş olan bir cezayı bir ölçüde Yüce Meclis, yerlerinde, hapiste bekleme şeklinde değiş­tirmiş olacağı için, bir başka çeşit müebbet hapis halinde kalırlar.

Aslında, müebbet hapis olarak hayatlarının sonuna kadar cemiyetten uzaklaşmış kalsınlar mı, yoksa bu anıda bunların hayatlarına son verelim mi? Meselemiz bundan ibarettir. Yok­sa, ne kendilerinin suçluluk veya suçsuzluğu­nun tartışılması ve (suçsuzluklarının ilânı, böy­le bir konumuz yoktur. Ayrıca da, kendileri­ne verilen ceza az mıdır, çok mudur? Bu da mesele değildir. Bütün mesele, «ölüm cezası yerine getirilsin mi, getirilmesin mi?» Bir baş­ka deyimle, «hayatlarının sonuna kadar cemi­yetten uzaklaştırılmış olarak hapiste mi kal­sınlar, yoksa bu anda hayatlarına son verelim mi?» Şimdi ikisi de tartışılabilir.

Çok değerli arkadaşlarım, aslında hiç bir suç üzerinde ne Anayasamız, ne de diğer kanunlarımız böylesine bir görüşmeye cevaz ver­memiştir, ama ölüm cezası üzerinde Anayasa­mız diyor ki, «bunu Meclislerin önüne getiriniz ve konuşunuz, ölüm cezasının yerine getirilip getirilmemesini bir de Meclisler konuşsunlar.

Bilirsiniz ki, Meclisler mahkeme değiller­dir. Meclis üyeleri, hepsi hukuk tahsili yap­mış, hukukta uzmanlık kazanmış ve yüce mah­kemelerden daha fazla uzmanlık kazanmış, on­ların daha yukarısında hukuk inceliklerine gi­rip de karar verecek değillerdir. Yasa koyu­cusunun amacı da bu değildir. Bizden bekle­nen bir başka şeydir. Kanunlara göre, yapılan duruşma safhalarına göre, işlenen suçlar be­lirli cezaya müstahak görülmüşlerdir. Mahke­melerin görevi burada bitiyor, diyor ki Mecli­se; «Bakınız ben bunu yaptım ama, bunlara bu ölüm cezasının verilip verilmemesi hakkını size bırakıyorum.»

Şimdi mesele bu yetkimizi kullanıp kulla­nılmama meselesidir ve buna bizim hakkımız vardır, bu hak bize verilmiştir. Aslında, lüt­fen kabul buyurunuz, bırakınız toplum haya­tı üzerindeki tesirlerini, burakınız gelecekteki Türkiye’yi etkilemesini; fakat her şeyden evvel 3 insanın hayatı, Yüce Meclisin birkaç saatini dikkatle, ihtimamla hattâ şefkatle bu konu­nun üzerine eğiltecek kadar önemli olduğu ka­nısındayız.

Neden bu konuda ölüm cezasının yerine ge­tirilmemesine Yüce Meclisin karar vermesinde uzak görürlülük vardır, sağ duyu vardır, ta­rih dersi vardır diyoruz, diyorum.

Bu tip suçlar, buna benzeyen olaylar ne dün­yada, ve de bizde ilk defa olmuştur, ne de son defa olacaktır. Buna benzeyen olaylarda, olay­lar sıcakken düşünce biçimi ne ilk defa, ne de son defa ilerde aynı şekilde kalacaktır. Kendi Türk tarihine bakınız, en az 100 yıllık geliş­meye bakınız, son Cumhuriyet dönemine ba­lanız, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına ba­kınız, ortasına bakınız, son yıllara bakınız, hiç bir isim vermeyeceğim; fakat 120 – 150 yıl­lık bir geriye doğru bakınız, orada görecek­siniz ki, -12 Mart 1971 öncesinde toplumu, iş­lendiği zaman son derece büyük tepkilere gö­türen ve büyük bunalımlara sevk eden gerçek­ten çok ağır suçlar olarak kabul edilmiş pek çok olay olmuştur; fakat tarih açısından bak­tığınız zaman- fou olayların hiç bir tanesini işlendiği şartlar içinde tarih ele almıyor, alma­makta da haklıdır. Tarih; herhangi bir şeyi dondurup da bakmaz, bir gelişme içinde ba­kar.

Kaldı ki, suçlar yalnız bir zaman içinde böyle değişik görülmezler. Aynı zaman süre­cinde, aynı zaman içinde değişik coğrafya için­de bile başkadırlar. Bırakınız değişik ülkele­re, Amerika’da bir eyaletten başka bir eyalete aynı suçun cezası değişir. Adam otomobiline binip öbür tarafa gider, Amerikan vatandaşı­dır, oradaki ceza başkadır, eğer suçu işleye­oefcse. Hem de bir eyalette bir suçun cezası ölümdür, bir kilometre ilerde başka eyalete gidersiniz, oradaki ceza hapistir.

O halde, her hangi işlenen bir suçun, aynı zamanda, aynı ülke içinde bile toplumca de­ğişik tepkileri olabiliyor, değişik cezaları ola­biliyor. Değişik ülkelerin tepkileri ise bam­başkadır. Ama, hepsini birden tarih içine ko­yunuz, bunun bir tek istisnasını bulmak sanı­rım ki imkânsızdır.

Niçin bu böyledir? Çünkü, toplumun kur­duğu düzenin korunması için konulmuş yasa­lar, toplumdaki düzen değiştikçe, toplumun kemdi hakkındaki düşüncesi, kendine olan gü­veni, oturmuşluğu değiştikçe, değişirler. Bu bakımdan, siyasal suçlar devamlı nitelik de­ğiştirirler. Bu bakımdan, siyasal suçlara mut­laka bir zaman perspektifi içinden bakmak zorunludur.

Öyle toplumlar vardır ki, aynı suç o top­lumun kılını bile kıpırdatmaz ama, başka bir toplumu bunalım noktasına, hatta ve hatta çok büyük ulusal tehlikeler noktasına getirebilir. Tıpkı, Türkiye’de 12 Mart öncesindeki şehir gerillalarında olduğu gibi…

Türkiye’de Yüce Mecliste bulunan ve aslın­da şimdi kapatılmış olan bir siyasî partiye söy­lenen sözü de kabul etmiyorum: Bir farkı var­dı, bu farkı görmekte Yüce Meclis için bir fayda vardır; demokratik rejimi kabul etmiş­ti, her zaman söylüyordu, yine söylüyorlar. Bunu söyledikleri zaman cezalandırmayalım, doğru bir hareket yapmıyoruz, teşvik edelim. Birisi geliyor ve diyorsa ki, «Demokratik dü­zen içinde, onun bütün kuralları içinde fikri­mi söyleyeceğim, buna göre size uymayan, sola doğru giden şeyleri söyleyeceğim.» Biz bunu itersek, bunu kötülersek, bu Meclisten kaçar, yer altına girer ve başımıza kontrolü­müzün dışında bir belâ olarak gelir.

Tam Anayasa düzeni içinde hareket eden, söylediklerini açıkça söyleyen birtakım insan­ları, Anayasa düzeni dışına çıkmadıkları öl­çüde, o ölçüler içinde kaldıkları müddetçe hır­palamamakta, demokratik rejim ve geleceği bakımından fayda vardır.

Şimdi, şehir gerillaları ne Türkiye’de icadedilmiştir, ne de Türkiye’de oluşmuştur. Şehir gerillaları Türkiye’ye benzer yapıdaki ülkelerde olmuştur, Türkiye’den çok daha faz­la gelişmiş ülkelerde olmuştur ve Türkiye’de de olmuştur. Şehir gerillaları hareketinin her toplumun o andaki gelişme noktasına göre, o toplumdaki tepkisi değişik bulunmuştur. Ge­lişmiş ülkelerde şehir gerillası katiyyen iltifat görmemiş, kimsede panik uyandırmamış, sa­dece iş başında bulunan hükümetlerin etrafın­da kamuoyunu toplamış, onlar da enerjik bir­kaç hareketle, hattâ yasa değişikliğine bile pek fazla gitmeden, üstesinden rahatlıkla ge­lebilmişlerdir. Bunun anlamı, toplum kendi tepkisini kendisi göstermiş demektir. Kendisi­ni savunmuş demektir.

Bazı Güney Amerika ülkelerinde ise bu, rejimleri değiştirecek dereceye gelmiştir.

Türkiye’de bu olaylar, kabul edelim ki, bü­yük bunalım doğurmuş, büyük sarsıntı doğurmuştur. Bu olaylar Türkiye’de neden bir Ka­nada’da olduğundan, bir Fransa’da olduğundan, bir İngiltere’de olduğundan veya olamadığın­dan çok daha fazla bir sarsıntı noktasına ge­tirilmiştir? Bu noktada değerli arkadaşlarım, hiç şüphe etmeyiniz ki, Türkiye’nin içinde bu­lunduğu oturmamışlığın, Türk halkının ihti­yaçlarının tam karşılanmamasının, bu anda hep beraber geliştirilmesine ve daha mükem­melleştirilmesine çalıştırdığımız düzenin, Türk halkının tam özlemlerine cevap vermemesinin, Anayasa dili ile söyleyeyim, Anayasanın ön­gördüğü düzeni tam kuramamış olmamızın so­nucudur.

Peki, Anayasanın öngördüğü düzeni, bir başka deyimle Türk halkını tam tatmin edebile­cek olan, onun özlediği düzeni kuramamış ol­manın sorumlusu kimlerdir? Bu düzeni kura­mamanm sorumlusu değerli arkadaşlarım, Cum­huriyetten sonra yetişmiş, eski Türkçe bilme­yen fakat bu anda Türkiye’nin yönetiminde olan kuşaktır, hepimıiziz, sizlersiniz, benim, bu çatının dışında olanlar… Bu kuşak, yani bizim kuşak bu memlekete yapmamız gereken hizmeti yapamadık. Cumhuriyeti kuranlar ku­şağı bizden daha iyi idiler. Cumhuriyeti ku­ranlar kuşağı, batan bir imparatorluktan ba­ğımsız bir devleti çıkarırken, batmış ve sade­ce köylülük, ırgatlık yapan bir milleti sanayi­leşmiş, ticareti öğrenmiş, iktisadı öğrenmiş bir millet haline getirirken, çok daha başarılı idiler ve bu başarıları sağlamak için rizke et­medikleri hiç bir şey yoktu; en başta hayatla­rını rizke ettiler.

Biz onlardan devraldık; Cumhuriyette yeti­şen, eski Türkçe ile okulda okumamış olan ku­şaklar, yani bizler, büyük çoğunlukla bugün Türk yönetimini şu veya bu şekilde, ister Par­lamento içinde veya dışında veya Devlette ol­sun, etkilemekteyiz. Biz, Türk toplumunun bizden beklediklerini yapabildik mi? Gönülle­rimizden geçen Türk toplumu bu mudur? Bu Türk Milleti, bu toplum bugünkü şartlara mı lâyıktır, çok daha ilerisine lâyık değil midir? Bunu yerine getirmek göreviniz değil miydi, görevimiz değil miydi?…

(C.H.P. sıralarından alkışlar… A.P. sıra­larından gürültüler ve anlaşılmayan müdaha­ler…)

Arkadaşlarım, kısmayınız, kısmayınız, hep beraber kusurumuzdur. Daha iyisini yapma­nız yapmamız yapmam gerekirdi. Türk Milleti bunun çok daha iyisine lâyıktı. Bu kuşak, sorumluluğunu yapamadı.

FUAT AZMİOĞLU (IKütalhya) — Mevzu bu mu Sayın Başkan, konuya girsin?..

BAŞKAN — Müdahale etmeyiniz efendim, sayın hatibin konuşma tarzı bu.

NECDET UĞUR (Delvamla) — Şimdi ka­bul edelim, demokratik düzene mi inanıyo­ruz? inanıyoruz. Türkiye’nin çağdaş ülkeler düzeyine çıkmasına mı inanıyorduk? inanı­yoruz. Ortak Pazar’a girdik; Türkiye’nin ezil­meden, sömürülmeden en kısa zamanda Ortak Pazar ülkeleriyle eşidolması gerektiğine ina­nıyor muyuz, gereklerini yapıyormuyuz, feda­karlıklara katlanıyor muyuz bunun için kendi­mizi feda ediyor muyuz? Etmiyoruz, etmiyo­ruz ve müştereken sorumluyuz.

Cumhuriyeti kuranlardan sonra gelen ku­şaklar istisnasız, müştereken Türk Milletine karşı gereken görevimizi yapamadık. Hiç ol­mazsa bundan sonra yapalım.

Şimdi olaylara şöyle bir bakalım:

Bugün Türk toplumu, hep beraber parla­menter düzen içinde çok daha yüksek bir ge­lişme düzeyine geldiği zaman, ‘bütün ihtiyaç­ları çok daha iyi karşılandığı, bütün özlem­lerinin yerine getirildiği bir düzeye geldiği za­man hiç şüphe etmeyiniz ki, değil şehir ge­rillası, ondan daha başka türlü bulunmuş hiç­bir anarşik hareket, Türk toplumunu bunalı­ma sevkedemeyecektir. Türk toplumunun bu noktaya geleceğine biz yürekten güveniyoruz Biz, hepimiz olarak, bu kuşaklar olarak ken­dimize gevenimizi daha yitirmedik, Bunun için çalışacağız ve bir gün o noktaya geldi­ğimiz zaman ki, fou bir insan ömrü içindedir; geriye doğru baktığımız zaman bugünden, bu yaşadığımız günden utanmayalım, mahcçup ol­mayalım.

Söylemek istediğimizin bir kısmı budur.

FUAT AZMİOĞLU (Kütahya) — Şimdi ne­redesin, neredesin?…

NECDET UĞUR (Devamla) — Türkiye’de­yim ve Türk toplumunun ıstıraplarını sorum­lulukla biliyorum.

BAŞKAN — Sayın Azmioğlu, müdahale buyurmayın, çok rica ediyorum.

NECDET UĞUR (Devamla) — Şimdi sa­yın arkadaşlarım konu şu: Yüce Meclis hir mahkeme gibi karar vermiyor. Yüce Meclis bir başka açıdan, bir tarih açısından karar veriyor, bir toplumunun geleceği açısından ka­rar veriyor. Anayasanın söylediği de bu, bunu istiyor bizden.

Şimdi böyle düşünürsek, on sene sonra, yirmi sene sonra bu toplumdaki bizim ye­rimizde oturacaklar, eğer bir başka türlü ba­kacaklarsa bu olaylara, onların elinden niçin bu hakkı alıyoruz da, birtakım insanları ölüm cezasına gönderiyoruz? (C.H.P. sıralarından «Bravo» sesleri ve alkışlar… A.P. sıralarından gürültüler ve müdahaleler…) Bırakalım onlar da bir baksınlar. O zamana kadar kalacaklar içerde o zamana kadar kalacaklar, içerdeler, cezaevindeler. öldürelim mi, yoksa sizin yeri­nize on sene, yirmi sene sonra geleceklere mi bırakalım, çünkü on sene sonraki, yirmi sene sonraki Türkiye’yi onlar temsil ediyorlar. (A.P. sıralarından gürültüler ve anlaşılmayan müdahaleler…)

BAŞKAN — Müdahale etmeyin efendim. infial göstermeyin efendim, çağ olarak ifade ediyorlar, isim olarak değil.

NECIDET UĞUR (Devamla) — Bizim ama, uzak görüşlü olmamış, tarihten ders almamız mümkündür.

Şimdi değerli arkadaşlarım, aslında akıl­lardaki bir düşünceyi de açıkça söylemek isti­yorum: içeride kalacaklar…

HÜSAMETTİN BAŞER (Nevşehir) — Kal­mazlar, kalmazlar; af beklerler, kaçacağız, derler.

NECDET UĞUR ((Devamla) — Hah, çok teşekkür ederim, bunu söylemek istiyorum.

Şimdi, canım, diyorsun ki, aslında mesele cezalarını değiştirmek değildir, kalacaklar, müebbeten kalacaklar, diyorum. Fakat aslında Türk Devleti üç – beş kişiye hakim olamayayacak kadar zayif bir Devlet değildir, onu ‘bı­rakınız. Asıl başka bir şey akıllarda, «Ca­nım, affedilecekler, ne olacak, beş sene, altı sene sonra veya on sena sonra affedilecekler.» Olur mu? Toplum düşmanları tekrar toplumun içine nasıl bırakılır?» işte asıl endişe budur, kafalardaki istifham ‘budur.

Şimdi bilseniz ki eğer, ömürlerinin sonu­na kadar affedilmeden içerde kalacaklar, san­mıyorum ki, illede ille şimdi idam edilsinler diyesiniz… O halde mesele nedir? «Bir gün affedilecekler.» diyorsunuz. Arkadaşlar, eğer Türkiye’nin Yüce Meclisi bir gün onları afet­ine noktasına gelecekse, siz geleceğe ipotek koyma hakkını nereden alırsınız?.. (C.H.P. sı­ralarından alkışlar ve «Bravo» sesleri.) Na­sıl onlar adına, Türkiye’nin gelecek Meclisleri adına, onları telâfi edilmez bir şekilde bağla­rla. Söylemek istediğimiz şu ki, gelecekteki Yüce Meclislerin yetkilerine karışmayınız. On­lar ömür boyunca bırakırlar isterlerse ve yine onlar isterlerse infaza da giderler. Ama, bırakınız onlar yapsınlar. Yetkimiz… (A.P. sıralarından anlaşılmayan müdahaleler ve gü­rültüler…)

Sayın Başkan, Sayın Başkan…

BAŞKAN — Sükûnet rica edeceğim efen­dim, müdahale etmeyiniz…

NECDET UĞUR (Devamla) — Saym Başkan, değerli arkadaşlarım, söyleyseakleri­mi söyledim. Aslında bu söyleyeceklerimi, ken­dime karşı vicdan huzurunu, milletime karşı sorumluluğumu bir gün tarih önünde yerimi ve benim gibi düşünenlerin yerlerini düşündü­ğün için söylüyorum. Bundan başka hiçbir düşüncemiz ve kuşkumuz yoktur.

Değerli arkadaşlarımı bir değişik açıdan, çok daha değişik açıdan ve gelecekteki şart­lar içinde (bu şartların ne olacağını bilemez­siniz, bu şartlar sonuna kadar hepsi de geti­rir infazı da getirir) bırakınız tarih böyle gös­teriyor… (A.P. sıralarından protesto ve gürül­tüler.) Beraber çok daha bu toplumun lâyik olduğu hizmetleri yapacağız, hep beraber ysni bir döneme gireceğiz ve hep beraber yeni bir Türkiye kurulmasına doğru gideceğiz, bırakı­nız arkamızda ukde kalmasın, kanayan yara kalmasın, bırakınız hep beraber gelecekle meş­gul olalım.

Hepinizi saygılarımla selâmlarım. (C.H.P. sıralarından alkışlar ve bravo sesleri.)

BAŞKAN — A.P. Grubu adına Sayın Seyfi öztürk, buyurunuz efendim.

A.P. GRUBU ADINA SEYFİ ÖZTÜEK (Es­kişehir) — Saym Başkan, muhterem milletvekili arkadaşlarım;

Yargı organı tarafından ittihaz edilen ka­nunî ceza derecattan geçmiş, kaziyei muhkeme haline gelmiştir. Anayasa muvacehesinde konu üzerinde Yüce Mecliste müzakere yapılmakta­dır.

Meselenin evvelâ hukukî veçhesini çizelim: Anayasanın 132 nci maddesine göre mahkemeler tarafından ittihaz edilmiş olan kararların, cezaların ne icra tarafından, ne Yasama Meclisleri tarafından hiçbir şekilde değiştirilemeyeceğine dair son fıkrada kesin hüküm vardır.

Ancak; Anayasanm 6£ ncü maddesinde Yü­ce Meclislerin vazifeleri arasına ölüm cezaları­nın tasdiki konusu da unsur olarak ilâve edileliği içindir ki, bu mesele yüksek huzurlarınıza kadar gelmiştir. Muhterem arkadaşlarım; Konu; kesin hal almış olan ölüm cezasının yerine getirilmesi lâzım mıdır, değil midir ko­nusudur. Meclisin yapacağı tasarruf budur. ölüm cezalarını yerine getirelim mi, getirmeye­lim mi? Buna oy vermek, karar vermek suretiy­le Meclis açıklık verecek, iradesini izhar edecek ve ona göre de gereken icra olunacak.

Sayfa 1 Sayfa 2 Sayfa 3 Sayfa 4 Sayfa 5 Sayfa 6 Sayfa 7 Sayfa 8 Sayfa 9 Sayfa 10 Sayfa 11 Sayfa 12 Sayfa 13 Sayfa 14